Ateş Dağlı

OSMANLI DEVLETİ'NDE TÜRKLER

Ateş Dağlı

Günümüzde hâlâ bazı politikacıların ve yazarların etkisiyle Osmanlı’nın Türklere bakış açısı tartışılmaktadır. Osmanlı yönetiminde Türklüğün arka planda kaldığı, Türklerin ezildiği ve hor görüldüğüne yönelik iddialar medyada dolaşıp topluma yalan yanlış bilgiler öğretilmektedir. İlk önce şu olguyu belirtmek gerekir. Her toplumun kendine göre bir millet anlayışı bulunmaktadır ve genellikle milletleri millet yapan şey tarihleri ve kültürleridir. Milleti millet yapanın ırk değil; kültür, şuur ve aidiyet hissi olduğunu üçüncü Osmanlı padişahı I. Murad örnekler niteliktedir. I. Murad’ın annesi Rum asıllı bir Bizans aristokratıdır. Babası ise Orhan Gazi'dir ve Orhan’ın ataları Söğütte ikamet eden göçebe Türklerdendi. I. Murad’ın anne tarafı Rum olması sebebiyle kendisine “Rum” diyemeyiz. [1] Tabi ki burada padişahın kültür anlayışı, şuuru ve kendisini hangi millete ait hissettiği önemlidir. Nitekim I. Murad’ın hayatını incelediğimizde Türk-İslam karakterinde bir şahsiyete sahip olduğunu ve Türklük için mücadele ettiğini görmekteyiz. Örneğin Neşri tarihine baktığımızda Sırp Kralı Lazar, elçisi aracılığıyla I. Murad’ı harbe davet ettiğinde padişah gazap içerisinde “İnşallah ona Türk erliğini gösterem” demişti. [2] Üstelik önde gelen Osmanlı düşünürleri ve tarihçilerin eserlerine baktığımızda kimlikleri “babasoylu” olarak değerlendirdikleri ve Osmanlı’nın Türk devleti olduğunu ifade ettikleri görülmektedir. Halil İnalcık’ın deyimiyle “Osmanlı tarihi Türk tarihinin görkemli bir dönemidir. Avrasya imparatorluklarına kadar inen tarihî bir gelişimin son halkasıdır. Avrasya’da Çin ve Hint medeniyetleriyle alışverişte bulunmuş atalarımızın, sonunda İslam medeniyeti içinde yarattığı yüce bir devlet ve kültür kompleksidir. Onu biz Türkler kurmuşuz. Bir hanedan imparatorluğu olmakla beraber Osmanlı’nın dili, kültürü Türk’tür. Âşıkpaşazade bile Osmanlı’yı Türk diye tanır ve övünür.” [3]

Osmanlı’nın Türkleri aşağıladığı, hor gördüğü iddialarının ortaya atılmasının altında birçok sebep yatmaktadır. Kimileri Osmanlı’ya sallayarak İslam düşmanlığı yapmak isterken kimileri de mezhep farklılıkları sebebiyle Osmanlı’ya iftiralar atmaktaydı. Tabi Cumhuriyet rejimine geçiş ile birlikte reddi miras kavgası da oluşmuş ve aşırı Kemalistler Osmanlı’yı kötüleyerek kendi rejimlerini sağlam temellere oturtmak istemişlerdir. Cumhuriyet düşüncesini yaşatmak ve rejimi korumak için altı yüz yıllık Osmanlı yönetimini psikolojik olarak kötülenmek zorundaydı. Yani yeniyi yaşatmak için eskiyi kötülemek şarttı. Günümüzde de siyaset icabı bunlar yapılmaktadır. Her gelen hükümet bir önceki hükümeti alçaltarak kendilerini göklere çıkarmak ister. 
Afet İnan, Osmanlı’nın tarih anlatımında Türklük şuuru ile ilgili “Osmanlı Devleti zamanında islâm tarihi esas alınmış ve bunda islâmiyetten önceki Türk tarihine ve Türklerin islâm medeniyetine büyük hizmetleri bir bakıma ihmal edilmiştir. Bu tarih anlayışı millete, millî bir kültür vermekten uzak kalmıştır. (…)Osmanlı İmparatorluğu devrinde Islâm ve hanedan tarihinden başka öğretime esas olabilecek millî tarihimiz olmamıştır.” [4] demektedir. Falih Rıfkı Atay’da benzer ifadelere yer vererek “Osmanlı tarihi, Osmanlı hanedanından önceki Türklüğe barbar gözü ile bakar. Türklüğe, ancak, Arap-İslam dünyası içinde şahsiyetini kaybettiği kadar değer verir. Osmanlı edebiyatı, Türkçenin Arap ve Fars dillerinin kelime ve kaide egemenliği altında yaşayabileceği davasını tutar. Türkler medeniyet bakımından tarihsiz, ilim ve edebiyat bakımından dilsizdirler.” [5] diyerek Osmanlı yönetiminin Türkleri hor gördüğü çıkarımında bulunur. Oryantalist tarihçi Bernad Lewis de  “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı eserinde Osmanlı’nın Türklere bakışı konusunda şu ifadelere yer vermiştir: “(…) imparatorluk zamanındaki Osmanlı toplumunda etnik bir tabir olan “Türk” pek az kullanılmıştır. Başlangıçta bu sözcük Türkmen göçerler için genelde dışlayıcı, küçümseyici bir anlamda, zamanla da Türkçe konuşan cahil ve görgüsüz Anadolu köylüsü anlamında kullanıldı. Bu ifadenin bir Osmanlı beyefendisi için kullanılması ciddi bir hakaret anlamına gelirdi.” [6]
Bu iddialar kısmen doğrudur. Osmanlı tarih yazımı genel olarak İslâmın doğuşuyla başlar, buradan hareketle İslami çerçevede Osmanlı hanedanına ve devletine geçiş yapılır. Müslüman olmayan topluluklar da Osmanlılar ile olan ilişkileri kapsamında değerlendirilerek kaleme alınırdı. Türklerin İslâm öncesi tarihi ise bunların yanında neredeyse ihmal edilirdi. [7] Lâkin Osmanlılar Türkleri “barbar” olarak nitelendirip hor görmemiştir. Zaten Osmanlılar Türkleri ezmiş olsaydı 1699’dan itibaren Avrupa ve diğer bölgelerde kaybedilen topraklarda yaşayan Türkler, 2,5 asır boyunca Osmanlı’ya göç eder miydi?
Timur tehdidinin ortaya çıkmasının akabinde 15. Yüzyılın ilk zamanlarında, İslâm öncesi Türk tarihine, Orta Asya Türk ananelerine olan ilgi artmış ve Osmanlı tarih yazımında bunlara yer verilmişti. Önde gelen Osmanlı düşünürleri ve tarihçilerine baktığımızda kendilerini Türk olarak nitelendirmiş ve menşeini Oğuz Han’a dayandırmışlardı. Türk ananesi ile yetişmişler ve Türk-İslam devleti yapısında bir oluşum meydana getirmişlerdi. II. Murad dönemi Arapça ve Farsça’dan, Türkçe’ye dinî, edebî, tıbbî, siyasetnâme ve ansiklopedik eserler tercüme edilmiş ve millî kültür bakımından oldukça önemli adımlar atılmıştı. 
İstanbul’un fethine kadar Osmanlı Devleti hemen hemen “etnik Türk varlığıydı”. [8] Fetihten sonra ise dinî çeşitliliğin etkisiyle “Millet” sistemiyle kurumlaşmayı yol belirlediler. Gaza idealinin etkisiyle birlikte İslâmî bağlanma hız kazandı ve Türk etnik kimliğinin yerini dinî tahassüse bıraktı. Fakat Türklük bilinci hiçbir zaman önemini kaybetmedi ve ön planda tutuldu. Fatih Sultan Mehmed, torununa Oğuz Han adını vermiş böylelikle Türk geleneklerini muhafaza edip ön plana çıkaran bir Osmanlı pâdişahı olmuştur. [9] II. Bayezid’da kendi oğluna Korkut adını vererek Türk ananeleri canlı tutmak istemişti. 
Şüphe yok ki Osmanlıların idari sınıfını Türkler oluşturuyordu. Askeri ve idari bürokrasi genel olarak Türklerin elindeydi. Müslüman olmalarına rağmen Arap ve Kürt asıllı yüksek idareciler bulunmuyordu. Yalnızca veziriazamlığa ve ya vezirliğe bakılırsa Osmanlı Devleti’nde Türkler yönetimden uzak tutulmuş gibi bir izlenim oluşmaktadır. Lâkin devlet idaresi bu alanlarla sınırlı değildir. Genel olarak Türkler idari yönetimde çok büyük bir kesime egemen olmuştur. Şeyhülislâm ve kadıaskerler başta olmak üzere ulema sınıfının neredeyse tamamını Türkler oluşturmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin defterdarlık, nişancılık, reisülküttâplık gibi üst düzey bürokratların çoğu da Türklerden oluşmaktaydı. Devşirme kökenli olanlar ise önemli bir kesimi oluşturmuyordu. [10] Devşirme kökenli olanlara Türk denemez ama küçük yaştan itibaren Türk köylülerine verilmiş ve Türk-İslam kültürü ile yetiştikleri için Türklük şuuruna erişmişlerdir. 
II. Abdülhamid döneminde de Türk kültürü, Türk dili üzerine çalışmalar yapılmış ve Türklük şuuru canlandırılmaya çalışılmıştır. II. Abdülhamid üzerine çalışmalar yapmış olan Vahdettin Engin bu konuda şu ifadelere yer verir: “Her Osmanlı padişahı gibi II. Abdülhamid de Türk olduğunun farkında ve bilincinde idi. Zaten bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Bu kapsamda da devleti ayakta tutan gücün asli unsur olarak değerlendirdiği Türk tebaa olduğunu bilir, idari mekanizmaları ona göre oluştururdu.” [11] Mesela 1883 yılında dünyada yaşanan gelişmelerden rahatsız olup “Türkiye’nin Türkler tarafından yönetilmesi gerektiğini” belirtmişti. [12] 1876 Anayasasında resmî dilin Türkçe olduğu vurgulanmıştır. Yapılacak olan seçimlerde de adayların Türkçe bilmesi şart tutulmuştur. II. Abdülhamid dönemi tarih ders kitaplarında Türklük bilincinin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. Mesela rüşdiye düzeyinde bir ders kitabı olan Selanikli Tevfik’in Osmanlı Tarihi kitabında Osmanlı hanedanının kökenini Türklüğe dayandırmasının yanında Türklerin büyüklüğü de vurgulanmıştır. Belirtildiğine göre, sultanın ataları ve kulları, “Türk” adı verilen muhteşem bir ırka mensuplardı. Türk ırkı, cesareti, iyi huyluluğu ve güzelliğiyle ön olana çıkmıştı. [13] II. Abdülhamid döneminde Türklük bilincinin yerleşmiş olduğuna yönelik daha birçok örnek verilebilir fakat bu farklı bir çalışmanın konusudur. Bizim konumuzun anlaşılması için vermiş olduğum örnekler yeterlidir.
II. Abdülhamid döneminde de millî duyguların dile getirilmesi, devletin kurucu unsuru olan Türklerin ve Türklük şuurunun canlı tutulması Falih Rıfkı Atay’ın dediklerini yalanlamaktadır. Kemalist kadronun kendi rejimini sağlamlaştırması için bu tarz ifadelere başvurması pek tabiidir. Siyasetin doğasında bu yatmaktadır. Bu sebeple geçmişi araştırırken bazı olayların temelinde siyasetin yattığını unutmamak gerekir. Falih Rıfkı Atay ve diğer Kemalist kadronun haklı olduğu nokta devletin içinde bazı kesimler tarafından Türklüğün yanlış anlaşıldığıdır. Örneğin Şevket Süreyya Aydemir “Suyu Arayan Adam” isimli otobiyografisinde konumuzla alakalı bir anısına yer verir. I. Cihan Harbi’nde Kafkas Cephesinde bir Osmanlı subayı olarak görev yapan Şevket Süreyya, Anadolu köylülerinden oluşan askerleriyle sohbeti sırasında onlara şunu sorar: “Hangi millete mensupsunuz?” Her kafadan bir ses çıkmaya başlar. Sonra, yine komutan “Biz Türk değil miyiz?” diye ekler. Askerler “Estağfirullah!” diyerek cevap verir. Şevket Süreyya, köylü/askerlerin nezdinde Türklük demek Kızılbaş demek olduğu için böyle cevap verdiklerini belirtir. [14] Burada ki asıl sorun halkın bilgisiz ve cahil olduğundan kaynaklanmaktadır. Bu anlatım Osmanlı yönetiminde Türklerin aşağılandığı ve ya “cahil” olarak görüldükleri anlamına gelmez. [*] Eğitim seviyesinin düşük olması hasebiyle halk nezdinde bazı kişilerin Türklüğü Kızılbaşlıkla eş tutması normaldir. Mesela Şevket Süreyya’nın bu diyaloğundan önce askerleriyle arasında şu sohbet geçmiştir: Askerlerine “Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?” sorusunu sorar. Askerlerinden “Elhamdü-l-illâh Müslümanız” cevabını bekleyen Şevket Süreyya, her kafadan farklı bir cevap almıştır. Kimisi “İmamı azam dinindeniz” derken kimisi de “Hazreti Ali dinindeniz” cevabını vermiştir. Bazıları “İslâmız” cevabını verirken bazıları da hiç bir din tayin edememiştir. Daha sonrasında “Peygamberimiz kimdir?” sorusunu soran Şevket Süreyya yine farklı farklı cevaplar almıştır. [15] Bu yaşanan hadiseden Osmanlı’nın dini eğitimi zayıf olduğu ve İslam dinini hor gördüğü yorumunu tabii ki çıkaramayız. Şevket Süreyya’nın da belirttiği gibi burada ki asıl sorun halkın eğitimsizliği ve cahilliğidir. Türklüğün Osmanlı yönetiminde ezildiği, aşağılandığı asılsız iddialardandır. 
“Osmanlı Devleti Türkleri hor görürdü” iddiasını ortaya atanların temel dayanaklarından biri de Osmanlı döneminde etrakı bi-idrak yani idraksiz Türk lafzının kullanılmış olmasıdır. Lâkin bu kullanılan lafızlar başıboş isyan eden ya da Safeviler ile iş birliği içerisinde olan Türkmenler için ifade edilmişti. Bu ifadeler etnik kimliği değil sosyolojik ve siyasî bir durumu belirtmek için kullanılmıştı. Devletin otoriteyi sağlaması amacıyla bu tarz ifadelere başvurmuş olması pek tabiidir. Yarı göçebe hayat yaşayan Türkmenler devlet düzenine ayak uyduramadıkları için ve yerleşik hayata zarar vermeleri hasebiyle bu tarz ifadelere maruz kalmışlardı. Devlete ayak uyduramayan ve isyan eden Arap toplulukları için de aynı ifadelere yer verilmişti. Örneğin, göçebe Araplar’a, Arab-ı bed-fial (kötü işler yapan Arap) gibi lafızlar kullanılırdı. [16]
Osmanlılar üzerine bu iddiayı ortaya atanlar Türklerle ilgili olumsuz lafızları gündeme getirirken, aynı kaynaklardaki olumlu sözleri göz ardı etmektedirler. Osmanlı tarihçisi ve şeyhülislâmı Hoca Saadeddin, yazmış olduğu Tacü’t Tevârih adlı eserinde Osmanlı fetihlerini kaleme alırken “Türk yiğitleri”, “Zaferleri gölge edinmiş Türk askerleri”, “her Türk sipahisi Efrasyâp gibi bir yiğit, Zaloğlu Rüstem gibi pehlivan” gibi ifadelere yer vermişti. [17] XVII. yüzyıl tarihçilerinden Solakzâde Mehmed Hemdemi ise kendi eserinde Cem olayını anlatırken onu “Kostantiniyye’yi feth eden Türk’ün oğlu” diye anmaktadır. XVI. yüzyıl tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Âli ise Künhü’l-Ahbâr isimli dünya tarihi eserinde Türk boylarından bahsederken bunları “seçkin millet, güzel ümmet” betimlemeleri ile över. Tabii bunların dışında pek çok Osmanlı tarihçilerinde de bu tarz ifadelere yer verilmişti. [18]
Eğer ki iddia edildiği gibi Osmanlı hanedanı yönetiminde Türkler hor görülmüş olsaydı Türklük şuuru ve kültürü zamanla siner ve kaybolur giderdi. Ama Osmanlı yönetiminde öyle olmamış Türk dili, kültürü ve şuuru asimile edilmemiştir. Millî benlik kendini muhafaza etmiştir. Önde gelen Osmanlı tarihi müelliflerinden Yılmaz Öztuna, Osmanlılar hakkında şu yorumda bulunmaktadır: “Arkasında Selçuklu, onun öncesinde Türkistan Türk kültürü olan kimliğimiz, bu 600 yıllık Osmanlı döneminde oluştu. Başta dilimiz gelir. Osmanlı, dilimizi kudretle savundu. Yıkılışına kadar, Türkçe’den başka hiçbir resmî Devlet dili kabul etmedi.” [19] 
Osmanlı’nın Türk diline verdiği değer konumuz açısından ehemmiyet arz etmektedir. Osmanlı’nın Türk diline değer vermesi ve ona sahip çıkması millî kültürü koruduğunu ve Türklük şuuruna sahip olduğunu gösterir niteliktedir. Faruk Sümer bu konuda şu açıklamaları yapar: “…Şimdiki bilgilerimize göre Türkçeyi Anadolu’da resmî dil olarak ilk defa kullanan devlet, Osmanlı Beyliği’dir. Türkçe Osmanlı Beyliği’nde Orhan Beğ’den (1324-1361) itibaren resmi dil olarak kullanılmıştır. Kanunî Sultan Süleyman’a kadar (1520-1566) başka devletlere gönderilen mektuplar, umumiyetle, Farsça veya Arabça idi. Fakat bu hükümdardan itibaren, Türkçe devletin rakibsiz resmî dili haline geldi ve Mekke şerifine, İran şahlarına, Türkistan hanlarına artık sadece Türkçe mektuplar gönderildiği gibi, Avrupa kral ve kraliçelerine de aynı dilde mektuplar yazılıyordu.” [20]
Osman Turan da Osmanlılar’ın Türk diline sahip çıkması konusunda şu cümlelere yer verir: “Nitekim beyliklerde (Uc’larda) gelişen Türkçenin ilk defa resmî dil olarak kullanılması da Osmanlılara aiddir. Gerçekten eski yazı dili ananesine rağmen İslâm devri Orta-asya’sında da durum aynı olduğundan resmî dilin Türkçe olmasında Osmanlılar bütün Türk dünyasında birinci gelir. Orhan Gazi devrinde bile, mahkeme ve vakıf dili Arapça yazılması bir an’ane hâlinde yerleşmiş iken, bu hükümdarın vakfiyesi dahi Türkçedir. II. Murad devrinde Oğuzların en asili olan Kayı boyuna ve Oğuz destanına aid an’ane ve rivayetlerin canlanması, Anadolu’da ilk defa milli ve ilmî bir tarih görüşü de Osmanlıların eseridir.” [21] Osman Turan’ın da bu ifadeleri ile birlikte Osmanlı’nın Türk diline verdiği değer net bir şekilde anlaşılmaktadır. Edebi ve bilimsel eserlerde Türkçe’nin hâkim olması ile birlikte milli ve ilmî tarih şuuruna varmışlardır. Nitekim Osmanlı’nın Türkçeye verdiği değer ile Türkçe’nin en kıymetli şairleri, müellifleri, hatta romancıları yetişmedi mi?
Osmanlı tarihine yönelik atılan iftiranın bir diğer çıkmazı ise bu iddiaları dile getirenlerin anakronizme düşmeleridir. Osmanlı kimliğini milliyetçilik ideolojisi çerçevesinde Türkçü olmamakla suçlayıp değerlendirmeye çalışanlar anakronizme uğramışlardır. Osmanlı Devleti’nde modern dönemlerdeki gibi milliyetçilik beklemek yanlış bir düşüncedir. Modern dönemin yarattığı sosyal düşünce yapısıyla geçmişe bakmak tarih literatürüne uymayan bakış açılarını doğurur. İlber Ortaylı bu konuda “Osmanlı Devletini Türkçü olmamakla suçlamak. Bunun kuşkusuz hiçbir tarihî realiteyle alakası yoktur, bu metafizik bir görüştür, imparatorluk, imparatorluktur. Osmanlı Türk’tür, ordunun dili Türkçedir, kançılaryanın dili Türkçedir. Devleti kuran hâkim unsur bir Türk aşiretidir. Tabii başka unsurlarla gelişmiştir. İmparatorluklarda çağdaş ulusçuluk aranmaz, mümkün de değildir. Bu imparatorluk Türk’tür.” [22] demektedir. Anlaşılacağı üzere Osmanlılar kozmopolit bir düzene devlet yapısına sahipti. Türk unsuru devletin ve sosyolojik tabakanın esas kitlesini oluşturmaktaydı. Günümüzün yaklaşımıyla milliyetçilik yapmamışlardı ama Türklüğü de göz ardı etmemişlerdi. İlber Ortaylı’nın şu ifadeleri konumuz açısından mühimdir: “Osmanlı kimliği her zaman salt bir Müslüman kimliği olarak kalmamıştır. O sadrazam Said Halim Paşa’nın ve benzerlerinin tarif etme girişimlerinde olduğu gibi Türklüğün ağır bastığı bir Müslümanlıktır. Öbür Müslüman etnik gruplar da bu Türklüğe dil olarak intibak ettikleri ölçüde Osmanlı-Türk’ü olmuş, bu kültürün bir parçası haline gelmişlerdir.” [23]
Kısacası Osmanlılar, bazılarının iddia ettiği gibi Türk düşmanı falan değildi. Bizzat devletin esas unsurunu Türkler oluşturmaktaydı ve Türk olduklarının farkındaydılar. Türklük şuurunu ve kültürünü canlandırmak için faaliyetlerde bulunmuşlar ve yeri geldiğinde Türk ırkının büyüklüğünü ifade edip göstermişlerdi. Eğer ki Türkler Osmanlı yönetiminde ezilmiş olsaydı devletin resmî adı Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye olduğu halde başta İtalyanlar olmak üzere yabancı devletler bu devlete Türkiye adını verir miydi? Devleti oluşturan temel kimlik Türk yapısıydı ve Anadolu’nun dağı taşı Türk haline getirilmişti. Bu yüzden vatanımıza  “Turchia” demişlerdir.

DİPNOTLAR
[1] Bazı padişahların annelerinin Türk olmaması hasebiyle Osmanlı’ya yönelik eleştiriler yapılmaktadır. İlber Ortaylı’nın şu cevabı yapılan eleştirilere cevap niteliğindedir: “Hem zaten padişahların anaları ile olan münasebeti çok belli ve sınırlıdır. Padişahlar analarından çok şey öğrenmezler. Onlara eğitim verip mesela namazı niyazı öğretecek olanlar bellidir. Enderun Mektebi’nde diğer çocuklarla beraber eğitim görürler ve onlarla birlikte yetişirler. Dünya görüşü hep burada şekillenir. Bundan dolayı esasen bir padişahın anasının nereli olduğunun çok bir önemi yok. Kaldı ki padişah anaları ile ilgili de öyle çok da bilgi yok ortada. Nereden geldikleri, ne bildikleri hep meçhuldür. Onlar da Harem Dairesi’nde dört başı mamur bir eğitimden geçiriliyorlar. Mesela çok iyi Türkçe öğrenmesi lazım bir cariyenin. Öyle filmlerdeki gibi yamuk yumuk bir Türkçe ile padişahın huzuruna çıkmak mümkün değildir. Bu memlekette Hürrem Sultan şairlerdendir, tekrarlıyorum bunu hep. Muhtemelen Galiçyalı’dır ama şairedir. Baki’nin ve Fuzuli’nin çağında gölgede kalmasa, ismi geçen de bir şaire olacaktır. Mühim olan budur. Bu padişah analarının hangi tarafları Türk değil acaba ki, buradan öyle bir sonuç çıkartabilsin. Külliyen spekülasyondur bu.” [İlber Ortaylı, Türklerin Altın Çağı, Kronik Kitap, 10. Baskı, İstanbul, 2022, s. 48.]
[2] Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihan-nümâ-Neşri Tarihi, haz. F. R. Unat-M. A. Köymen, TTK Yayınları, Ankara, 1949, s. 269.
[3] Halil İnalcık, Tarihe Düşülen Notlar, Cilt I, Timaş Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2015, s. 81-82.
[4] Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu, 7. Baskı, Ankara, 2023, s. 192.
[5] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Yayınevi, İstanbul, 2020,  s. 540.
[6] Bernard Lewıs, Modern Türkiye’nin Doğuşu, arkadaş Yayınevi, 13. Baskı, Ankara, 2022, s. 4.
[7] Mükrimin Halil Yinanç, “Tanzimattan Meşrutiyete Kadar Bizde Tarihçilik”, Tanzimat (İstanbul: Maarif Vekaleti, 1940), s. 585.
[8] Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm  Diyebilene” İletişim Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2019, s. 69.
[9] Halil İnalcık, Fatih Sultan Mehemmed Han, İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2021, s. 229.
[10] E.  Afyoncu, "Tanzimat Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Bürokrasi,"  Türkiye Günlüğü , no.55, pp.182-190, 1999: Osmanlı Devleti’nde Devşirme kökenli askeri sınıfın olmasından yola çıkarak bu devletin millî bir orduya sahip olmadığını öne sürenlere İlber Ortaylı’nın şu  ifadeleri yeterli bir cevaptır: “Osmanlı ordusunun millî bir ordu olmadığını ileri sürenler var. Milli ordu ne demek? Yeniçeri birlikleri bu ordunun kaçta kaçını temsil ediyor. Biz burada ırkiyat yapamayız. Bu adamlar Türkçe konuşurlar, Türk eğitimi görmüşlerdir, eğitim gördükleri ordu da Türk ordusudur. Amerikan ordusunda da bir sürü yabancı eleman var. Gürcü asıllı bir general de başkomutandı. Osmanlı ordusu da hiç şüphesiz milli bir ordudur. 15. asır Türk ordusudur.” [İlber Ortaylı, a.g.e., s. 51.]
[11] Vahdettin Engin, Bir Devrin Son Sultanı II. Abdülhamid, Yeditepe Yayınevi, 9. Baskı, İstanbul, 2022, s. 294.
[12] BOA, Y.PRK.SGE, no. 2/3’den aktaran; Vahdettin Engin, a.g.e., s. 294.
[13] Vahdettin Engin, a.g.e., s. 299-300.
[14] Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, 15. Baskı, İstanbul, 2004, s. 104.
[*]*Ahmet Yıldız bu tarz anlatımlardan yola çıkarak Osmanlı döneminde “Türk” kelimesinin yalnızca bir boy adı veya tahkir ifadesi olarak kullanıldığını iddia etmektedir. [Ahmet Yıldız, a.g.e., s. 66.] 
[15] Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s. 102-103.
[16] Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2021, s. 683.
[17] Hoca Sadettin Efendi, TACÜ’T-TEVARİH, Cilt I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1979, s. 39, 59, vd.
[18] Erhan Afyoncu, a.g.e., s. 684.
[19] Yılmaz Öztuna, Türkiye, [8.2.1999.]
[20] Faruk Sümer, “XIV. yüzyılda Türkiye”, Oktay Aslanapa (hazırlayan), Yüzyıllar Boyunca Türk Sanatı (14. Yüzyıl), MEB Devlet Kitapları, İstanbul, 1977, s. 15.
[21] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1971, s. 562-563.
[22] İlber Ortaylı, a.g.e., s. 49.
[23] İlber Ortaylı, a.g.e., s. 53.

Yazarın Diğer Yazıları