Yaza yaza

Gecenin ilerleyen saatlerini severim. Bir yanda müziğin rahatlatıcı tınısı, bir yanda kendinle baş başa oluşun verdiği...

Gecenin ilerleyen saatlerini severim. Bir yanda müziğin rahatlatıcı tınısı, bir yanda kendinle baş başa oluşun verdiği rahatlık. “İşte bu” dersin, “Haydi geç klavyenin başına, anlat şu selamsız geçip giden bulutu!”

Hem hayat, bir bulut hikayesinden başka nedir ki?

Bunu pencerenden seni selamlamadan geçen buluta öykündüğünde daha çok duyumsayacaksın. “Al, beni de götür” diyerek haykıracaksın; oysa sesinin buğusu onu izlemeni engelleyecek. Kış geldi mi yine “Benim o masmavi göğüme ne oldu?” diye hayıflanacak, karafatmalar üşüşecek başına.

Bazen bir eve dadanan arsız bir sıçanın ev halkıyla nasıl dalga geçtiğine tanık olacaksın. Eskiden beri “Hayvan deyip geçme, tanı” diyenin ne kadar hayvan katlettiğini bir köşeye not edeceksin.

Ne tuhafız değil mi?

Yazmak böyle bir şey galiba; baksana Turgay Fişekçi ne demiş: “Yazarın şehveti kalemindedir.” İnsana ne çok şey çağrıştırıyor. Kötü kötü düşünme sen, çünkü o, kalem demiş, eskiden evet, kalemle yazardın, şimdi iki parmağınla beyaz ekrana harfleri döktürüyorsun. Aman ha dikkat, arada yazını kaydetmeyi unutma diyen bir uyarı da gelmiyor ekrana, kahretsin! Sırf bu uyarı olmadığı için yazmanın şehvetine kendini kaptıran pek çok yazarın emek emek yazdığı yazısını yitirdiğine tanığım. Eee, bak sen bu kadar laf ettiğin halde henüz kayıt imlecine tıklamamışsın…

“Günlük tutuyor musun?” diye soran çıkıyor. Bilgisayar döneminde tutmayı denedin. Hatta biraz da yazdın. Sürdürmek önemli desen de kendine, birçok telaşı bir arada sürdürmenin verdiği mazeretle her gün yaşananları bir yere not etmiyorsun. Oysa çok renkli bir coğrafyada yaşıyoruz. Kayda değer görmediğin öyle olaylar var ki, günün birinde antika paralar gibi değer kazanacağını anladığında çok ayrıntıyı kaçırmış, unutkanlık denizine karıştığını anlayacaksın.

İyi bir yazar, sana göre aynı zamanda polemiksever olmalı. Hele bu kişi, aynı zamanda gazete köşe yazarıysa (senin gibi ücretsiz yazanlar değil) mutlaka polemikten beslenmeyi ister. Hoş, gazete köşe yazarlığıyla edebiyat yazarlığı arasında derin bir uçurum vardır. Hem edebi çizgisini koruyacak hem de günlük olayları irdeleyen yazılar kaleme alacak yazarlar, günümüzde neredeyse bir elin beş parmağını geçmiyor. Gazete patronları, taşrada köşe yazarlarına beş kuruş vermediği gibi düzenli olarak yazmalarını bekliyor. Öyle ya, köşe yazarsız bir gazete, gazeteden sayılmayacağından reklam da alamayacak demektir. Ekmeği yanında zeytin silkmek seninkisi…

Sana zorla yaz diyen mi var? Otur, bak keyfine, ne etliye ne sütlüye karışma! İyi de, et de süt de sana yarıyorsa, yazma edimine nasıl engel olabilirsin? Çocukluğuna gidiyorsun; ilk yazma işine nasıl başladığını anımsamaya çalışsan da nafile. İlk okuma yazma öğretmeninin hiç iyi biri olduğunu düşünmüyorsun. Çünkü minik parmaklarınızı yumuk yaptırarak cetvelle dövdüğü gün geliyor gözünün önüne. İnsan nasıl anımsanırsa öyle anılır, buna daha iyi inanıyorsun artık. Bunda erkek olmasının bir payı var mı derseniz, sence var. Daha sonraki yıllarda öğretmeniniz olan iki kadın öğretmenin isimlerini aradan yarım yüzyıl geçse de unutmadın. Nimet Tüzün dördüncü sınıf, Bilge Ozansoy da beşinci sınıfta öğretmeninizdi.

Yine Turgay Fişekçi’ye kulağını dayadın: “Yazmak için kimi zaman dipsiz bir kuyuda, kimi zaman bulutların üstünde olmak gerekebilir ama en iyisi kendi odanızdır.”

Fişekçi, üç yol gösteriyor yazmak için. Bu alternatifleri çoğaltmayı denemelisin. Sana göre yazmak için Goethe gibi ormanda yürümeli, dağlara tırmanmalı, denizde ya da en iyisi azgın bir ırmakta yüzmeli. Ama her nerede ne yapılırsa yapılsın, sonunda gelip oturacağın yer kendi odanda özenle koruduğun bilgisayar olmayacak mı?

“Yıllardır Tmolos Edebiyat’la çıktığın yol, sana ormanda gezmekten daha çok esin kaynağı olmadı mı?” diyen iç sese kulak veriyorsun ister istemez. Dergiye ulaşan her yazıyı titizlikle okuyup okurun önüne tertemiz çıkarmayı ilke edindiğin için pek çok dost da edindin. Bu sayede her yazarın kendine özgü yazı biçemini tanıyor hem de onların okurlarla buluşmasına aracılık yapıyorsun; bundan daha iyi bir edebiyat yolculuğu nerede var?

Yalnız bir huyun var ki bu, kimilerini rahatsız edebiliyor. Adı sanı duyulmuş, belli köşeleri kaplamış yazarlara eyvallahın yok. Öyle sanılıyor ki, onlar olmazsa Türk edebiyatı yok sayılacak. Umurunda değil. Hep yeni isimlerin peşindesin. Seni bazıları yanıltsa da solukları erken kesilse de bu yolculukta onlara boş bir koltuk mutlaka buluyorsun. Ne diyelim, bu da senin çizgin.

Nankörlük etme, sağlıklı olduğun sürece bu yolculuğu sürdüreceksin. Yoksa Muzaffer İzgü’ye ve Münir Özkul’a yapılanlar gibi elden ayaktan düşünce ölmeden seni de ölüme yollayacaklarını hiç unutma dostum.

Az kalsın unutuyordum; yaza yaza kendini tükettiğini de aklından hiç çıkarmamalısın!

Bakmadan Geçme