Tarihin en etkili kurumu: Kilise

İlk Çağ’da ortaya çıkan Hıristiyanlık, zaman içinde yayılarak paganizmin yani çok tanrılı inançların yerini almıştı. Önce...

İlk Çağ’da ortaya çıkan Hıristiyanlık, zaman içinde yayılarak paganizmin yani çok tanrılı inançların yerini almıştı. Önce şehirlerde benimsenen bu yeni ve tek tanrılı inanç, Orta Çağ boyunca yavaş yavaş kırsal kesimlere yayıldı. Hıristiyanlıkla beraber gelişen Kilise kurumu, 5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa’nın yeni egemen gücü oldu. Zaman içinde iyice güçlenen Kilise, Orta Çağ Avrupası’nda insanlar üzerinde tam bir kontrole sahip oldu ve her şeye hükmeder hale geldi.

7. yüzyıldan itibaren Hıristiyan inancı, başka alanlarda da etkili olmaya başladı. Örneğin cenaze törenlerini artık Kilise düzenliyordu. Bu yüzyıldan itibaren hemen hemen her köyün bir rahibi, bir de mezarlığı olan kilisesi vardı. Ölülerin büyük çoğunluğu, kilisenin yakınında bulunan mezarlıklara gömülmeye başlandı. Eskiden ölüyle birlikte mezara silah, bazı değerli eşyalar ya da ahiret inancından dolayı öteki dünyada ölen kişinin ihtiyaç duyacağı düşünülen bazı nesneler ve adaklar konurdu. Kilise, bu eski gelenekleri ortadan kaldırdı.

Hıristiyan inancına göre sadece vaftiz edilmiş kişiler, ölümden sonra cennete gidebilirdi. O nedenle vaftiz, çok önemli bir ritüeldi ve tabii ki bu görevi de Kilise yerine getiriyordu. Dünyaya gelen her çocuğun kilise tarafından vaftiz edilip kutsanması gerekliydi. Vaftiz edilmeyen bir kimsenin öldüğünde Kilise topraklarına gömülmesi mümkün değildi.

Kilise sadece vaftiz ve ölüm olaylarında değil, hayatın başka alanlarında da etkiliydi. Çiftleri evlendirir, tarım sezonlarını başlatan ve bitiren dini bayramları düzenler, çoğu zaman köyde okuma yazma bilen tek kişi rahipler olduğundan haberler din adamlarından sorulurdu. Bunun yanında birçok özel ilişkinin, davanın ve ticaret sorunlarının çözüldüğü kamusal mekanlar da yine kiliselerdi.

Orta Çağ insanı, hem ruhsal hem de fiziksel olarak bu kuruma bağlıydı. Örneğin kişinin kendi duaları, Tanrı’ya ulaşıp günahlarının affolması için yeterli değildi. Bunu sağlamak için bir rahibin aracılığına ihtiyaç vardı. Biri hastalandığında müdahale edecek kişi de yine bir din adamıydı çünkü o dönemde en iyi eğitim manastırlarda veriliyordu ve zamanın bilgisine göre tıp eğitimi de bunlara dahildi.

Köylü, asil ya da kral olmak fark etmeksizin Kilise, her şeyin üstündeydi; Tanrı’nın iradesinin ve yeryüzündeki varlığının tezahürüydü. Bu nedenle cennetin bekçileri olarak algılanıyorlardı. Krallar, kraliçeler ve diğer liderler, güçlerinin çoğunu Kilise ile olan ittifaklarından ve onların korumasından alıyorlardı. Din adamlarının çoğunun kendi çıkarları için çok daha istikrarlı bir şekilde çalıştıkları açık olsa bile Kilise’nin emirleri sorgulanmazdı. Kilise ile ters düşen kişiler, aforoz edilirdi ve artık onunla ilgili hiçbir dini iş yapılmazdı. Örneğin günahkar sayılan kimse, Kilise mezarlığına gömülemezdi. Ölen kişinin ruhunun huzur bulamayacağına, cehenneme gideceğine inanan yakınlarının yalvarmaları durumu değiştirmezdi ve kişi, herhangi bir yere dini bir tören yapılmaksızın defnedilirdi. Kilise ile ters düşüp dışlanan kişiler toplum tarafından da dışlanır; kendisine yardım etmekten sakınıldığı gibi bu kişilerle sözlü iletişimden de uzak durulurdu.

Ruhban sınıfının seçkinleri olan piskopos ve başrahipler, din adamı olmalarının yanı sıra aynı zamanda güçlü toprak sahipleriydi. Her köylü, Kilise topraklarında ücretsiz olarak çalışmak zorundaydı ve bunun için kendi haftalık işlerinin bir kısmını bırakmak zorunda kalırlardı. Ayrıca Avrupa’nın dört bir yanındaki sıradan insanlar, her yıl kazançlarından yüzde onunu vergi olarak kiliseye vermek zorundaydı. Ancak Kilise, hiçbir yere vergi ödemek zorunda değildi. Bu politikalar, Kilise kurumunun büyük miktarda servet biriktirmesine ve iyice güçlenmesine yardımcı oldu.

Kilise, halk üzerinde o kadar sağlam bir etkiye sahipti ki Doğu’nun zenginliklerini ve kutsal toprakları ele geçirmek için büyük bir ordu toplayarak onları Kudüs’e doğru yönlendirmek için harekete geçti. 11. yüzyılın sonlarına doğru Katolik Kilisesi, kafir olarak nitelendirdiği Müslümanları kutsal topraklardan sürmek için insanları çeşitli vaatlerle ikna ederek askeri bir sefere yani Haçlı Seferleri’ne teşvik etti. 11. yüzyılın sonunda başlayan bu seferler, 13. yüzyıl sonuna kadar devam etti.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi o dönemde halk cahildi ve okuma yazma bilmiyordu. Sadece soylular ve onların çocukları ile manastırdakiler, eğitim görme ve İncil’in dili olan Latinceyi öğrenme şansına sahipti. İncil, Latince olarak okunuyordu ve öyle okunmak zorundaydı. Başka bir dile çevrilip okunması yasaktı. Kilise’nin bu yasağının altında cahil halkı kolayca kontrol edebilme isteği yatıyordu çünkü inandıkları dinin kutsal kitabını anlayarak okuyamayan insanlar, din adamlarının istediği ve söylediği her şeyin İncil’e uygun olduğunu; yapmaları istenen şeylerin inandıkları dinin bir gereği olduğunu sanıyorlardı. Örneğin eskiden günahların bağışlanması için gerçekleştirilmesi gereken dini ritüeller olan endüljanslar, Kilise tarafından Orta Çağ’ın sonlarına doğru maddi kazanç elde etmek için kullanılmaya başlanmış; para karşılığı günah bağışlama belgelerine ve cennetten satılan arazi tapuları haline dönüşmüştü. Halk, bunun mümkün olabileceğine inanıyordu.

İncil’in sadece Latince okunması, Reform hareketlerine kadar devam etti. Martin Luther’in öncülük ettiği reform hareketleriyle birlikte İncil, başka dillere çevrilmeye başlandı. Bu gelişmeyle birlikte insanlar, Kilise’nin söylediği yalanların farkına vardılar. Yeni mezhepler ortaya çıktı ve kilisenin otoritesi sorgulanmaya başlandı.

Velhasıl Kilise, Orta Çağ gibi yüzyıllar süren bir dönemde Avrupa’da her kesimden insanın yaşamını etkileyen ve yönlendiren en üstün kurumdu. Halk her şeyi yarattığına, her şeyden haberdar olduğuna inandıkları Tanrı’nın kendi dillerinde yaptıkları ibadet ve duaları anlamayacağına, onları kabul etmeyeceğine inanacak kadar cahil olduğu için Kilise tarafından kandırılmış ve de yüzyıllarca sömürülmüştür. Bununla da kalmamış, yine Kilise tarafından 13. yüzyılda kurulup etkileri 19. yüzyıla kadar devam etmiş olan engizisyon mahkemeleri nedeniyle insanlar bilimden uzak tutulmuş, dine karşı geldiğine karar verilen binlerce insan işkence görmüş, binlerce insan da çeşitli şekillerde öldürülmüştür. Sadece İspanya’da 1808’e kadar engizisyon tarafından 31 bin 912 kişi, diri diri yakılarak katledilmiştir.

Bakmadan Geçme