Poz veren ölüler

Tarih boyunca insanlar, ölüm yoluyla sevdiklerinden ayrılmakta zorlandılar ve bu acıyı hafifletmek için çeşitli yöntemler uyguladılar....

Tarih boyunca insanlar, ölüm yoluyla sevdiklerinden ayrılmakta zorlandılar ve bu acıyı hafifletmek için çeşitli yöntemler uyguladılar. Ölen kişilerin çok yakın bir yere hatta evin zeminine gömülmesi, resminin ya da heykelinin yapılması, ölülerden kesilen saç buklelerinin kolye, yüzük gibi aksesuarlarda saklanması, onlara ait eşyaların özel olarak korunması ya da evin belli bir yerinde sergilenmesi, bunlara örnek verilebilir. Hatta ölen aile bireyini bir şekilde kendi yaşamına ortak etme adetleri, bazı yerlerde ölüleri mezarlarından çıkarıp belli ritüellerden sonra tekrar defnetmeye kadar varmıştır. Bu kadar aşırı bir örnek olmasa da yine de günümüzde tuhaf ve ürpertici sayılabilecek bir uygulama, Avrupa ve Amerika’da yıllarca uygulanmıştır.

İngiltere Kraliçesi Viktorya döneminde (1837-1901) difteri, tifüs ve kolera gibi salgınlar nedeniyle ölüm oranı yüksekti. Bu salgın hastalıklar, genç yaşlı demeden birçok kişiyi sevdiklerinden ayırmıştı. Çocuk ölümleri de çok yaygındı. Çoğu çocuk, beş yaşını göremeden hayatını kaybederdi. Bu kayıplar nedeniyle derin bir keder içindeki halk yalnız değildi. Kraliçe Viktorya da çok sevdiği eşi Prens Albert’ı 1861’de kaybetti ve yas tutmaya başladı. Kamusal hayattan elini eteğini çekerek siyahlara büründü. Uzun yıllar üzüntüsünün hayatını yönlendirmesine izin verdi. Kraliçenin kocasının ölümüne verdiği aşırı tepki, yas tutmayı moda haline getiren bir faktör oldu. İnsanlar, cenazeyi ve yas dönemini abartır hale geldiler.

19. yüzyılda fotoğraf çektirmek bir lükstü ancak resim ve heykel yaptırmaktan çok daha ucuzdu. O dönemlerde yeni gelişmiş bir icat olan fotoğraf; sadece zenginlere değil, gelir düzeyi daha düşük sınıflara da tarihe suretini bırakma imkanı sağlıyordu. İşte insanların acılarını hafifletmek için çare aradığı, yas adetlerine de yeni şeylerin eklendiği bu dönemde ölüm sonrası fotoğrafçılığı denen ve oldukça rağbet gören bir uygulama gelişti. Bu uygulama; kederin kontrol edilmesine yardımcı, vazgeçilmez bir ritüel haline geldi.

Ölüm sonrası fotoğrafçılık, ölen aile üyesinin basılı bir fotoğrafının evde gururla sergilenmesi için düşünülmüştü. Günümüzde bir ölünün fotoğrafının çekilmesi, ölen kişiye saygısızlık olarak kabul edilse de ölüm sonrası fotoğrafçılık, o zamanlar sevgi ve saygıdan kaynaklanan yaygın bir pratikti. Bu uygulama, 19. yüzyılın ortalarında ve 20. yüzyılın başlarında Avrupa ve Amerika’da hem yas hem de anma biçimi olarak oldukça popülerdi. Fotoğraf, erken dönem gelişimini ölümlere borçludur diyebiliriz.

Ölen çoğu kişinin genellikle daha önce çekilmiş fotoğrafları yoktu. Bu nedenle aile üyeleri, ondan son bir hatıra kalması için onu giydirip süsleyerek fotoğrafını çektiriyorlardı. Ölü kimselere tıpkı hayattaymışlar gibi çeşitli pozlar verdirilirdi. Bazı kişiler kitap okurmuş, bazıları dinleniyormuş gibi çekilirdi. Bebekler genelde uyuyormuş gibi, çocuklar daha birkaç gün önce oynadıkları oyuncaklar arasında, genç kızlar hafifçe bir koltuğa ya da aile üyelerinden birine yaslanmış halde şekillendirilirdi. Bazı aileler, ölmüş genç kızlarına hayattayken giyemediği gelinliği giydirirlerdi. Hatta ailece hep beraber çekilmiş fotoğraflar da vardı. Ayakta durur halde poz verdirilecekse ölmüş kişi, mekanik bir aletle omurga ve boyun kısmından sabitlenirdi. Ölülerin morarmaya başlayan ellerini saklamak için eller ceplere sokulur, eldiven giydirilir ya da yakınlarıyla el ele tutuşturulurdu.

O zamanlar “dagerreyotipi” adı verilen bir fotoğraflama tekniği kullanılıyordu. Bu teknikte bir yüzü gümüşle kaplı bakır bir levha güzelce cilalanıp parlatılır, gümüş iyodür ve gümüş bromürle kaplanıp ışığa duyarlı hale getirilirdi. Fotoğraf çekildikten sonra levha, civa buharına tutulur ve çekilen nesne ya da kişiler görünür hale gelirdi. Görüntünün sabitlenmesi için bir solüsyon uygulandıktan sonra fotoğraf, hava almaması için özel bir çerçeveye konurdu.

Yüksek çözünürlük ve sonsuz detaya sahip bu fotoğraflar, oldukça kaliteliydi. Bu teknik, çok kaliteli çekim yapmasına rağmen pozlama, 15-20 dakika kadar sürebiliyordu. Bu nedenle ironik bir şekilde ölülerle çektirilmiş toplu resimlerde hareket ettikleri için diğer insanların görüntüsü hafif bulanık çıkarken vefat etmiş kişilerin görüntüsü, oldukça net çıkardı.

Bunlar, dikkatli bakıldığında hüzünlü fotoğraflardı. Çaresizce hayatı taklit eden bu fotoğraflarda bazı ölülerin yüzlerinde yaşadıkları hastalığın belirtileri görünüyor, bazı fotoğraflarda yaşadıkları kayıp nedeniyle duydukları üzüntü, kişilerin yüzlerinden okunuyordu. Şefkatle ölü bebeğinin yanında yatan bir annenin, kocasının yanağını son defa okşayan bir kadının görüntüsü oldukça üzüntü vericiydi.

Velhasıl bugün onlara dehşetle bakılsa ve rahatsız edici bulunsa da ölüm sonrası fotoğrafçılık ve buna benzer uygulamalar, Avrupa ve Amerika’da yıllarca insanlara hizmet etti. Yaşayanların acılarını hafifletmelerine ve ölülerle birlikte ölme arzularının üstesinden gelmelerine yardımcı oldu. Hava almadığı sürece zamanla bozulmaya uğramayan bu fotoğraflardaki ifadeler ve detaylar, hala ilk çekildikleri andaki kadar canlıdır.

Fotoğrafçılığın iyice gelişip yaygınlaşmasıyla daha ucuz hale gelmesi ve farklı gelir düzeyine sahip insanların yaşamları boyunca birçok fotoğraf çekilebilmesiyle bu adet zamanla ortadan kalktı. İnsanların hafızalarında ilginç bir gelenek olarak kalan bu uygulamadan bazı filmlerde de bahsedildi. Bunlardan biri, 2001 yapımı “The Others” adlı filmdir.

Günümüzde bu fotoğraflar, bazı koleksiyon ve müzelerde korunmakta ve incelenebilmektedir. Örneğin Thanatos Arşivi, Burns Arşivi gibi çevrimiçi kaynaklarda bu fotoğrafları görüntüleyebilmek mümkün olduğu gibi New York’ta bulunan ve dünyanın fotoğrafçılığa adanmış en eski müzesi olan George Eastman Müzesi’nde de bu tip fotoğraflar bulunmaktadır.

Bakmadan Geçme