• Haberler
  • ihale
  • MERAKLI MELAHAT SORUYOR : ''ON İKİ ADALARI NE ZAMAN KAYBETTİK?''

MERAKLI MELAHAT SORUYOR : ''ON İKİ ADALARI NE ZAMAN KAYBETTİK?''

Yunanca adıyla Dodekanios'tur. Ege Adaları ya da Menteşe Adaları olarak da bilinir. Bu adalar, Yunanistan'ın siyasi...

Yunanca adıyla Dodekanios’tur. Ege Adaları ya da Menteşe Adaları olarak da bilinir. Bu adalar, Yunanistan’ın siyasi bölgesidir. Türkiye’nin Ege kıyıları yakınında, Ege Denizi’nin güney doğusundaki adalar topluluğudur. Türkiye’ye iki kilometre mesafedeki Sisam ile Rodos adaları arasında yay şeklinde dizilmiştir. İdari bakımdan Rodos’a dolayısıyla da Yunanistan’a bağlıdır.

Sevgili okurum, Salı günkü yazımda, “On İki Ada’yı Lozan Anlaşması’nda kaybettik” fikrine katılmadığımdan bahsetmiştim. Bu konu ile ilgili gerekçeli yazımı cuma günkü yazımda anlatmaya çalışacağımdan bahsetmiştim. Söz verdiğim üzere yazdım. Tarih konusunda gazeteci yazar büyüğüm Murat Bardakçı’nın hemen her yazısını, kitabını okumuş bir yazarınız olarak yıllar içerisinde de okuduklarım ışığında kendi fikrimi oluşturdum. Osmanlı Devleti’ni sevaplarıyla, zaferleriyle ne kadar yad etsem de biliyorsunuz siyahın içerisinde beyazı, beyazın da içerisinde siyahı görmeye yani ferasetli olmaya gayret ediyorum. “Ya hep ya hiç” demiyorum. Kültürümüzü, değerlerimizi particilik zihniyle değerlendirmiyorum.

O halde, anlaşılacağı üzere “On İki Adayı, Osmanlı Devleti zamanında kaybettik” demeye getiriyorum. Neden mi? Öncelikle hatırlayalım.1908 senesi, II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte Devlet-i Aliye dağılma sürecine de girmiş oluyordu. 1908-1922 yılları, Osmanlı’nın dağılma dönemi olup içeride pek çok bozulmalar, isyanlar yaşanırken dış politikasında da çeşitli kayıplar yaşıyordu. İngiltere, 1908 yılında Estonya’nın başkenti Reval’de, Rusya’yı Balkan politikasında serbest bırakmıştır. Rusya, panslavist dünya görüşünü yayma amacıyla harekete geçmişti. Balkanlarda istenmeyen Osmanlı’yı Trablusgarp Savaşı esnasında güçsüzlüğünden istifade ederek kıstırmak isteyenler, hasta adam Osmanlı için planlarını uygulamaya başladı.

Karadağ -Bulgaristan –Sırbistan-Yunanistan ile 1912 -1913 yılları arasında 1. Balkan Savaşı patlak verdi. Ordunun siyasete karışması, saray oyunları, entrikalar, ekonomideki bozulmalar,aşırı israf içerideki ayaklanmalar dışarıdaki gelişmeleri takip edemeyen fikir ve din adamlarının yanlış tutumları vs. nedeniyle Osmanlı eski Osmanlı değildi. Dolayısıyla girdiği mücadeleleri kaybediyordu. Balkan Savaşları sonrasında imzalanan Londra Anlaşması, 1913 ile Ege Adaları fiilen elimizden çıktı. Dünya Savaşı’nın akabinde 1914 ile Ege Adaları’nın durumu askıya alınmıştır. Nihayetinde 24 Temmuz 1923‘de resmen bu bahsedilen adalarımız Yunanistan’a verildi. İnsanca davranmak adına günahlarıyla, sevaplarıyla bir devletin politikaları üzerinde kafa yormak, fikirlerimize hoş gelse de yanlışa yanlış demek gerekmektedir.

Anlaşmaları belgeler ışığında incelersek meseleyi İsmet İnönü’ye getirmek doğru değildir. İsmet Paşa’yı yerine göre eleştiririm. Bu, başka bir mesele. Dediğim gibi, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilmek gerekiyor ancak bu konuda Balkan Savaşları nere İsmet İnönü nere!

Osmanlı Devleti’nin başarılarını, zaferlerini kabul edip onaylamakla birlikte günahlarını, hatalarını eleştiriyorum ve başarısızlığı sonucu kaybetmiş olduğu toprakların faturasını ne Türkiye Cumhuriyeti’ne ne de İsmet İnönü’ye kesmek gazeteci-yazarlığa da insani dürüstlüğe de yakışmaz.

Şu kadarıyla İsmet İnönü adalar konusunda pasif konumda kalmıştır. Bunu anlamaya çalışabiliriz. Şöyle ki, işgal edilen adalar, önce İtalya’ya geçti. 1911 senesini hatırlayalım ve Trablusgarp Savaşımızı.. İtalya ile mücadele ediyorduk. Zaten bu savaştaki güçsüzlüğümüzü Balkan Devletleri fırsat bilerek saldırıya geçmişti. Çok sonraları, Paris Barış Konferansı’na Türkiye Cumhuriyeti de davet edildi ancak Türkiye, bu konferansa katılmadı. İtalya, bu adaları Yunanistan’a verdi.

Konferansa davet edilen ülkemiz ve de özellikle görevlendirilen İsmet İnönü, adaları kurtarmak için seferber olabilirdi, olamadı.

Tabii ki, o dönemi ve koşullarını da göz önünde bulundurmak gerekiyor diyen okurum, haklısınız. Hüküm kesmek, yargılamak biz insanoğluna verilmiş bir izin değildir. Yani insan olma kulvarında birbirimizi peşinen suçlamak gibi bir davranış erdemli olamaz.

Bazı tarihçi arkadaşlarım, bu bahsettiğim onlarca mevzuda benimle tartışır, “Kelle-i hümayundan neler üfürüyor yine bu kadın?” diyebilirler ama “Bu saçları değirmende ağartmadık” diye cırlayıp , şarlayabilir miyim?

On iki adayı Lozan ‘da verdiğimiz söylenir. Doğrudur. Lozan‘da verdik lakin 24 Temmuz 1923’teki Lozan Anlaşması ile değil, İtalya ile 1912 yılında imzalamak zorunda kaldığımız ilk Lozan Anlaşması ile adaları Lozan‘ın sahil semti Ouchy’de Uşi’de kaybettik. 15 Ekim 1912‘de imzaladığımız bu metin, tarihimizde Uşi Anlaşması olarak geçer ise de resmi adı nedir biliyor musunuz?

Küçük dilini yutmayacağına söz ver bakalım. Hımmm!

Lozan Anlaşması’dır. 1930’lu yıllara kadar Birinci Lozan olarak söylenegelmiştir Uşi Anlaşması. Haddimi bir parça aştığım için özür dileyerek faydalı olmak için şu kritikte bulunmak isterim. Naçizane tarihi olayları, belgelerle mukayese işinde henüz emekleme çağındayız. Osmanlıcaya hakimiyet çok zayıf. Osmanlıca demek bazıları için kaynana korkusu gibi! Atatürkçülüğü şimdilerde Kemalist söylemlerle ayrı bir kategoriye monte eden zihin, Mustafa Kemal Atatürk diyemiyor! Sarı saçları masmavi gözlerine vurgunluktan başka Ata için ne yaptık? El insaf!

İktidarıyla ana muhalefeti ile değerler üzerinden nemalanmaktan bir kurtulup saçla, sakalla birkaç sloganla iş kotarmaktan arınıp samimi sevdalılar olabilsek ne de kıymetli olacak.

Kimimiz tarihi Türkiye Cumhuriyeti ile sınırlandırıyor kimimiz ise Osmanlı Devleti’nin hatalarını konuşamıyor. Fahiş dediğimiz aşırı uçlar, bize fayda sağlamadı, sağlamaz. “Halbuki” ile başlayan cümleler kurmaya başladığım zaman arkadaşlıklarım limonileşiyor çünkü hep bir ötekileştirme hep ayrımcılık… Kucaklayıcı, anlamaya yönelik “Ya hep ya hiç” felsefesinden değil de koşullara durumlara göre yorumlamak hakikaten bilgili olmak kadar vicdani olmayı da gerektiriyor.

Ahde vefalı olmak çok zor değil. Sadece toplumsal, kültürel hatıralara saygılı olmaya özenelim. Biz, kabul etsek de etmesek de bilelim ki yedi asır dünyaya hükümran olmuş Osmanlı Devleti’nin torunlarıyız.Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de çocuklarıyız.Dilimiz Türkçe. Evet, Türkçemiz için yatırımlar yapalım ama öz Türkçemiz kültür dilimiz Osmanlıcadır. Osmanlıca belgeler, arşiv çalışmaları için kültürel hazinemize sahip çıkmak adına son derece önemlidir. Atatürkçü düşünmek özgürlüktür. Ben, bu özgürlüğü kutsal kitapların bizzat kendilerinde de görüyorum. Yeter ki kendimiz okuyup anlamaya çabalayalım. Bireysel tarihimiz kadar toplumsal tarihimiz de bizden vefalı olmayı, sadık bir sevgili gibi hareket etmemizi bekliyor. Yanılıyor muyum ?

NOT: Bu yazımda ve her yazımda gerek anlayışı, hoşgörüsü gerekse de imla yazım kuralları ile sayfa ve yazı düzenlemeleriyle biz köşe yazarlarına destek olan yazımıza emek verip düzenleyen gazetemizin yazı işlerinden sorumlu değerli editörüne sizlerin huzurunda da teşekkürlerimi sevgilerimi sunuyorum. Varlığı sağ olsun her daim …

Bakmadan Geçme