HAYIR HOLLANDA

Nur topu gibi bir krizimiz daha doğdu. Ülkemizde sanki kriz eksiği varmış gibi, şimdi de Hollanda...

Nur topu gibi bir krizimiz daha doğdu.

Ülkemizde sanki kriz eksiği varmış gibi, şimdi de Hollanda krizi çıktı.

Hollanda, geçtiğimiz cumartesi günü Türk seçmenlerle buluşmak üzere Rotterdam’a giden Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Aile Bakanı Kaya’nın inişlerine bir dizi gelişmenin ardından izin vermedi. Bunun üzerine karayoluyla Hollanda’ya geçerek Rotterdam’daki Türkiye Başkonsolosluğu’na gitmek isteyen Kaya’ya Hollanda polisi izin vermedi ve ‘istenmeyen kişi’ ilan edilen bakan, Almanya’ya sınır dışı edildi. Çok üzücü ve düşündürücü…

Gelişmeleri izlerken AKP’nin ilk yıllarındaki “AB’ye girdik” sevinç gösterileri aklıma geliyor…

İşte size 2004 Aralık ayında, Sabah gazetesinde çıkan bir haber: “Başbakan Tayyip Erdoğan, Brüksel’in ardından Ankara’ya dönüşünde coşkuyla karşılandı ve AB’den müzakere tarihi alınması Kızılay’da binlerce vatandaşın katıldığı AB Şöleni’yle kutlandı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’le birlikte indiği Esenboğa Havalimanı’nda büyük bir karşılama töreni hazırdı”

Nereden nereye…

16 Nisan’da yapılacak referandum öncesinde yaşanan bu kriz, her iki ülkenin karşılıklı olarak kendi ülkelerinde yapılacak seçimler öncesinde iç politikada milliyetçi seçmenlere dönük puan kazandırır mı kazandırır… Yani kazan kazan formulü…

Nitekim, AKP İzmir Milletvekili Hüseyin Kocabıyık, “Bu Almanlara Hollandalılara hep kızmayalım, belki azıcık teşekkür de etmeliyiz” derken, “Eski bir danışman ve araştırmacı olarak söz konusu iki ülkede yaşananlar nedeniyle yurtdışında ve yurtiçindeki bizim ‘Evet’ oylarının 2 puan kadar katkı yaptılar” diyebilmektedir.

Gelişmeleri zaten TV ve gazetelerden izliyorsunuz. Ya dışarıdan nasıl görünüyor? Dış basına baktığımızda;

Danimarka Başbakanı, Türkiye’nin Batı demokrasisine yönelik ifadeleri ve Hollanda’yı hedef alan sert açıklamalarından dolayı “yanlış bir algı oluşmaması” için Başbakan Binali Yıldırım’a Kopenhag ziyaretini ertelemesini önermiş.

Yani kriz büyüyecek ya da büyütülecek gibi…

Daha önce de hatırlarsanız İsrail ve Rusya ile krizler çıkmış, her iki kriz de FETÖ’ye bağlanmıştı. 15 Temmuz darbe girişiminin de ABD’nin tezgahı olduğu iddia edilmişti ama şimdi Genelkurmay başkanlarımız aynı masada savaş taktikleri yapıyorlar.

Hollanda Başbakanı ise Türk hükümetinin oldukça tuhaf davrandığını savunarak, “Olayları çığırından çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar” demiş.

Sadece cumartesi günü sekiz kez Başbakan Binali Yıldırım’ı telefonla aradığını anlatan Rutte, en son pazar sabahı saat 02.00’de Rotterdam’da olayların büyümesi üzerine Türk mevkidaşı ile görüştüğünü belirtmiş.

Bu arada yurt dışında 2,9 milyon civarı kayıtlı seçmenimiz bulunuyor. Hollanda da 245 bin kişi ile en fazla kayıtlı Türk seçmenle Avrupa’daki üçüncü ülke…

Karşılıklı açıklamaları ve tehditleri bir yana bırakarak, durum değerlendirmesi yapmak gerekiyor.

Olayları, Avrupa’nın ‘evet’ karşıtı bir reaksiyon göstermesi olarak görmek, bana göre zorlama ve ‘mağdur olma’ pozisyonuna bürünmenin bir başka şeklidir. Avrupa bizim Evet’i Hayır’ı neylesin, emperyalizm ve kapitalizm zaten tek adamla muhatap olmayı daha çok ister çünkü kolay ve basittir. Onlarca güçlü kurumla uğraşmaktansa. Nasıl tezkere geçmemişti Meclis’ten hatırlayalım, çünkü TBMM diye sağlam bir kurumumuz, o vakitler ‘hayır’ demişti.

Ülkelerin dış ilişkileri daha çok güçle doğrudan orantılıdır, fakat uluslararası hukuk kuralları vardır ve bunlar imzalayıp kabul etmekle oluşur yani antlaşmalardır. Ama ülkelerin özellikle Avrupalıların önem verdikleri iç hukuk kuralları vardır. Kendi ülkelerinde kendi hukuklarını uygulamaktadırlar.

Şimdi Suriye ‘de referandum olsa ve Esat, “Benim Türkiye’de 4 milyona yakın vatandaşım var, mitingler yapmak istiyorum” dese ne yapmamız lazım?

Mesela ben bir yere gideceğim zaman telefon açıyorum, randevu alıyorum, en azından “Orada mısın? Ben geliyorum, müsait misin?” diye soruyorum, sizler de sormuyor musunuz…

Dış ilişkilerde, bakanlarımızın da ziyaretlerinin köklü bir devlet geleneğine sahip bir ülke olarak kuralları, adabı vardır elbet.

Mesela İsmet İnönü başbakan iken İtalya Başbakanı Mussolini ülkesine davet eder, karşılama Roma Garı’nda olacaktır, yolda telgraf gelir ve karşılamanın otele alındığını bildirmeleri üzerine İsmet İnönü durumu telgrafla Atatürk’e sorar, Atatürk; “Protokol metnine sadık kalınmadığı takdirde derhal geri döneceğini bildir” diye cevaplaması üzerine Mussolini, İsmet İnönü’yü Roma Garı’nda devlet töreniyle karşılar…

Bakanlarımız sadece kendini değil, hükümetini, partisini değil bütün bir milleti, ülkemizi temsil etmektedirler ve buna uygun dış ilişkiler kurulmalıdır.

Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 94/A maddesinin son fıkrası gereği “Yurt dışında ve yurt dışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz” hükmü vardır. Bu bizim bir yasa maddemizdir ve maalesef yurt dışında her kim olur ise olsun referanduma yönelik yapılan çalışmalar açıkça yasa ihlalidir.

AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) 10. maddesinde de “Temel kural olarak ifade özgürlüğü hakkı geçerlidir. Ancak gerekli görülmesi durumunda diğer ülkeler kaynaklı politik kampanyaları yasaklama hakkını da tanımaktadır”

Bir ülkeyi “Nazizm” ve “Faşizm” ile suçlamak ciddi bir iştir, hele Nazi ve Faşist diktatörlüklerden çok çekmiş bir Avrupa ülkesi ise….

2004 yılında dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan ile Kuzey Kıbrıs Lideri Rauf Denktaş arasında da benzer bir gerginlik yaşanmış merhum Denktaş’a “Ne anlatacaksa Kıbrıs’ta anlatsın” denmişti.

Devlet adamlığı ağırlığı ve köklü dış ilişkiler kültürümüzle çok rahat halledilebilecek mevzular, maalesef büyütülmekte, dış ilişkilerimiz zarar görmekte, içte de milli duygular suistimal edilerek oy devşirmek istendiğine ben inanmakta zorlanırım. Çünkü %2 puanlık bir oy artışı için bir ülkeye neredeyse savaş ilanına kalkışmak çok komik. Umarım durum böyle değildir ve umarım 16 Nisan’a kadar milletimizin iradesini etkileyecek başka krizler çıkmaz… Çıkmaz da…

Hayır’lısıyla referandumumuzu yaparız…

Bakmadan Geçme