Hayat bir tecrübe küfesiymiş…

Bugün biraz hafif yazalım. Hafif derken, hani 'Yolda yürüyen adamın başına radyo düşmüş ama adam ölmemiş...

Bugün biraz hafif yazalım. Hafif derken, hani “Yolda yürüyen adamın başına radyo düşmüş ama adam ölmemiş; neden?” diye sorduklarında “Hafif müzik çalıyormuş da ondan!” cinsinden bahsetmiyorum.

Geçtiğimiz günlerde akıllı olarak tabir edilen cep telefonum bozuldu. Biliyorsunuz şimdiki telefonlar hem TV hem de bilgisayar yerine kullanılabiliyor.

Telefon artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu. Onsuz yapamıyor, o olmadan sokağa çıkamıyoruz… Neyse, normal çalışan o akıllı alet birdenbire işlemez oldu. Dediler ki onun ömrü bitmiştir sen yenisi al! Yenileri nerden baksanız bir maaş tutarında. Eski model alsanız birçok uygulama çalışmıyor. Şimdi öğrencilere verdiğimiz notları bile elimizdeki telefonlarla internet üstünden yazıyoruz. Yazdığımız anda da şıp diye anne babaların mesajlarına gidiyor.

Uzatmayalım… Bir teknik servis, “Zaten bunun garantisi de bitmiş” dedi. “Ne olacak!” dedim:

– Anakart değişecek.

– Fiyatı ne kadar?

– 500 TL.

– Peki içindeki bilgiler ve belgeler!

– Hepsi gidecek!

Şimdi telefonun gittiğine mi yanarsınız, ne kadar kullanılacağı belli olmayan anakarta o kadar para vereceğinize mi yanarsınız yoksa yeni bir telefon masrafına gireceğinize mi!

Tam karar veriyordum ki “Hele bir düşüneyim” dedim.

Gittim başka bir servise…

Orda bir öğrencim vardı. Dedim böyle böyle…

Dedi: “Büyük ihtimalle gitmiş ama biz bir şoklama yapalım belki kendine gelir; yarına kadar bekleyelim”

Ve yarın olur. Korkarak:

– Mevta mı bizim sevgili akıllı telefonumuz!

– Yok hocam, kurtardık ama bundan sonra sıkıntılı çalışır. Kendi kendine kapanıp açılabilir. İçindekileri yedeklemeyi ihmal etmeyin. Ve isterseniz yeni bir telefon siparişini hemen verin.

Eve geldim. Dedikleri gibi ikide bir kapanıp açılmaya başladı. Ben de koruma kılıfını çıkarıp şarza taktım. Sabah olunca da okula yetişme telaşı ile kılıfı almadan çıktım.

O da ne! Akşama kadar sorunsuz çalıştı ve hiçbir sıkıntı çıkarmadı.

Vay dedim demek sorun kılıfta imiş. Kılıf da mıknatıslı olanlardan idi.

Şimdi telefonum mıknatıssız kılıfta ve uslu uslu dersine çalışmaya devam ediyor.

“Acaba!” dedim… Bu firmalar bunun farkında değil mi!

Farkındalar da ses mi etmiyorlar?

Kimbilir!

**

Akşamları yemeğimizi yiyip şöyle bir çarşı yürüyüşü yaparım. Açıkçası bir matbaa kokusu alır dönerim. Nasılsa Gazeteci Yazar Mustafa Erdal Sokak’taki nöbetçi matbaacı Efe Ofset açıktır. Karşısındaki Rüzgarlı Sokak kahvesinde de çay vardır…

Hava da öyle soğuk falan değil; aksı sarmaya gerek yok cinsinden.

Attım ağzıma naneli bir sakız ve Saraçoğlu Caddesi boyunca yürümeye başladım. Bende knonik sinüzit olduğu için naneli sakızı severim. Boğazımı ve burnumu açar; daha iyi nefes alırım.

50 metre yürüdüm ki boğazıma bir iğne saplandı sanki….

Aslında ben bu iğne batmasını daha önceleri de biliyordum. İğne battı mı gripsin demektir. Boğazın şişer, burnun dolar ve başın ağrır. Sinüzite alışkın olduğum için çözümünü de üretirim hemen ama sabah kalktım ki sanki dayak yemişim…

Akşamki sakız aklıma geldi. “Ah!” dedim, “Rüzgâra karşı yürürken o sakızı çiğnemeyecektim!”

Sakız, nefes alma yollarını açtığı için rüzgâra ve havadaki mikroplara karşı daha savunmasız bırakmıştı benim boğazımı…

Bir daha mı dedim rüzgâra karşı sakız çiğnemek!

Ve bir daha mı dedim telefona mıknatıslı kılıf almak…

Siz belki de benim konuyu belediye başkanlığı seçimine getireceğimi sandınız ama tutmadı…

Hayat tecrübe dolu bir küfe imiş…

Bakmadan Geçme