Geçmiş zaman

Çokluk zaman, sadece meyveleri olgunlaştırır. Kış mevsiminin yağmuru ve soğuğu, portakal ve turunca renk olur. Yaz...

Çokluk zaman, sadece meyveleri olgunlaştırır. Kış mevsiminin yağmuru ve soğuğu, portakal ve turunca renk olur. Yaz; karpuzu, domatesi ve türlü meyveyi bal eyler dalında kökeninde. Bir gün başka bir güne, bir hafta bir ötekine bağlanırken en güzel tadı rengi ve kokuyu da beraberinde getirir.

Ya insan?

İnsanı olgunlaştıran şey zaman değil elbette. Bir bakıyorsunuz kırkına merdiven dayanmış bir adam, ala gök olgunlaşıp dalından düşmüş bir meyve gibi yahut altmışına yaslanmış biri gayet çiğ davranışlar içinde.

İnsan, en yavaş gelişen canlılardan biri olsa gerek. Düşünün bir kedi, sadece bir iki günde tuvalet eğitimini tamamlar. Bir tavşan, iki günden daha kısa bir sürede. Herhangi bir evcil hayvanın yemeğini yediği kabın yerini bellemesi yahut içtiği suyun yerini öğrenmesi, daha da kısa bir zaman diliminde gerçekleşir.

Okula giderken yürüdüğüm yol üzerindeki sokak köpekleriyle dostluğum, çok uzun yıllar öncesine dayanıyor. Cezaevi büfesinden alarak aralarında paylaştırdığım birer ikişer lokma ekmeğe dayanıyor belki de bu dostluğun temeli. Bugün yolda rastladıklarım, o gün gördüklerim midir başını okşadıklarım mıdır bilmiyorum. Çoktan ölüp gittiler belki ama gitmeden önce bütün güzel duygularını yavrularına aktarmış olmalılar.

Zaman demiştim değil mi? Yılların eskitemediği bir anı vardır belleğimde. “Yıllar, bazı insanları ne kadar da güzelleştiriyor” diye düşünürüm o anıyı anımsadığımda. Bu hoş anıyı sizinle de paylaşmak isterim.

Benim doğduğum ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği köyün küçük bir bakkalı vardı. Sanırım lise birinci sınıf öğrencisiydim. Seksenli yıllar. Mevsimlerden bahar. Tütün dikmeleri yeni başlamış. Mart sonu yahut Nisan ayının ilk günleri. Bir ihtiyaç için bakkala uğramıştım.

Ali Amca. Köylünün bildiği adıyla Dudu Kızının Ali bakkal sahibi. Önünde yağdan şekere, tuza, Yeşil Çivril’den Bayram sakızına, çereze, iğneye ipliğe kadar pek çok şeyle dolu tezgahının ardından gülümsüyor. Gelenleri karşılıyor. Ben henüz ne istediğimi söylememiştim ki içeri Topların Hatice Anası girdi. Kalın ve tok sesiyle “Hayırlı perşembeler Ali” dedi. Ali Amca, o sıcak gülümsemesiyle karşılık verdi.

“Buyur Hatice Ana. Nedir ihtiyaç?”

Hatice Ana, “Dur oğlum” dedi. “Ben artık yaşlandım. Buraya gönderecek bir oğlan da bulamadım ortalıkta. Pınarönü’nden buraya kadar yürüdüm. Hele bir bardak su ver de soluklanayım.”

Ali Amca’nın suyu getirmesi esnasında küçük bir sessizlik oldu. Benim varlığımı çoktan unutmuşlardı.

“Dün Keles pazarına gittim. Tuzumu, şekerimi her bir ihtiyacımı gördüm. Gel gör ki yağ için para kalmadı. Ee… Evde yağ olmayınca aş da olmaz. Hayat ne pahalılandı son zamanlarda. Bir iki bir şey alıyorsun, bakıyorsun para kalmamış. Bunu hesaba yazıver oğlum. Veresiye defteri de epeyce kabardı ama naparsın. Elimize geçtiğinde senden esirgeyecek değiliz.”

Eskimiş, sapları lime lime dökülen pazar çantasından yağ şişesini çıkarıp tezgaha doğru uzatırken hala şikayetlerini ve Keles pazarındaki maceralarını anlatmaya devam ediyordu Hatice Ana.

Ali Amca saygıyla kendine uzatılan şişeyi aldı. Yüzündeki gülümseme hala yerli yerindeydi. “Lafı mı olur?” dedi. “Ben doldurayım şişeyi. Ne zaman eline geçerse o zaman ödersin borcunu.”

Zeytinyağının o alımlı yeşil rengi, şişeyi yavaş yavaş sararken “Allah senden razı olsun evladım” diyordu Hatice Ana.

Ne olgun bir tavırdı bu.

Şimdilerde ne zaman onun o küçük, o yılların büyülü mekanının önünden geçsem başımı çevirip şöyle bir bakarım. Ali Amca her seferinde gülen gözleriyle, gülümsemesiyle alır selamımı.

Yıllar… Zaman. Güzel insanları da koparıp götürüyor ömrümüzden. Ali Amca öleli yıllar oldu. Çok yıllar. Güzel insanlardan güzellikler kalıyor geriye.

Sevgi, dostluk ve umutla.

Bakmadan Geçme