Filozof bir imparator

Marcus Aurelius, “Beş İyi İmparator” olarak adlandırılan imparatorların sonuncusudur. Aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun istikrar ve barışına...

Marcus Aurelius, “Beş İyi İmparator” olarak adlandırılan imparatorların sonuncusudur. Aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun istikrar ve barışına damgasını vuran ve Augustus ile başlayıp 207 yıl süren “Pax Romana” döneminin de son imparatorudur.

Marcus, nesillerdir siyasetin içinde olan, oldukça zengin ve ünlü bir Romalı aileden geliyordu. O doğduğunda dedesi Roma valisiydi, anneannesi ise Roma servetlerinin en büyüklerinden birinin varisiydi. İmparator Hadrianus, kendisinden sonra tahta geçecek kişi olarak atadığı Commodus ölünce Marcus’un eniştesi Antoninus Pius’u varisi olarak atadı ancak ona Marcus’u ve ölen varisin oğlu Lucius Verus’u evlat edinmeyi şart koştu. Roma’da bir mirasta ya da hükümdarlıkta hak sahibi olmak için illa öz evlat olmaya yani herhangi bir kan bağı bulunmasına gerek yoktu. Evlat edinme yoluyla da böyle önemli haklara sahip olmak mümkündü. Böylece Antoninus Pius, Hadrianus ölünce başa geçti ve 23 yıl hüküm sürdü.

Marcus, çok saygı duyduğu ve örnek aldığı Antoninus Pius’un yanında resmi görevlerde bulunup halkla ilişkileri ve devlet yönetimini öğrendi. İmparatorun kızı olan kuzeni ile evlendi. İmparatorun 161 yılındaki ölümünden sonra iktidara geldi. Kendisi bir filozoftu ve bu yüzden kendisiyle bir evlat edinilmiş olan, askerlikten de gayet iyi anlayan üvey kardeşi Lucius Verus’u eş hükümdar olarak atadı. Böylece Roma İmparatorluğu, ilk kez iki imparator tarafından yönetilmeye başlandı. Verus, Marcus gibi olmayıp zevke sefaya düşkün olmasına rağmen Marcus hep onu hoş gördü ve hatalarını örtbas ederek ona da kendisiyle aynı şekilde davranılmasını sağladı. Hatta onu kendi kızı Lucilla ile evlendirdi.

Bu iki imparator, Marcus’un sakin ve adaletli tavrı nedeniyle öyle medeni bir yönetim sergilediler ki halk, önceki imparatorun hoşgörülü saltanatını aramadı ancak ne yazık iki kardeşin ortak hükümdarlığı; savaşlar, doğal afet, isyan ve şiddetli bir salgın hastalık yüzünden huzur içinde geçmedi. Marcus, imparator olup üvey kardeşiyle her şeyi düzenledikten sonra kendisini tamamen felsefeye verip halkın sevgisini kazanmıştı. Tam da bu sırada imparatorun ve halkın huzurunu bozan ilk felaket gerçekleşti. Tiber Nehri, çok şiddetli bir taşkınla şehirdeki birçok evi harap etti. Çok sayıda hayvan, boğularak telef olurken yaşanan sel nedeniyle kıtlık baş gösterdi. İmparatorlar, kendi gayret ve imkanlarını kullanarak tüm sıkıntıları giderdiler.

Tam her şey yoluna girmişken Part sıkıntısı patlak verdi. Bunun üzerine Roma, 160’larda Doğu’daki toprakları kontrol etmek için Part İmparatorluğu üzerine yürüdü. Marcus Aurelius Roma’da kalırken Verus, ordunun başında savaşlarla ilgileniyordu. Verus ve ordusu, Doğu’dan dönerken Anadolu’ya, Yunanistan’a ve tabii ki Roma’ya yıllarca sürecek olan ve imparatorluk nüfusunun neredeyse yüzde onunu yok eden bir hastalığı da beraberlerinde getirdiler. Bu hastalık, öyle yayıldı ve öyle çok can aldı ki ölüler arabalara doldurulup taşınıyordu. Marcus’un oğlu Commodus’un devrinde bile görülmeye devam etti.

Part Savaşı sona erdiğinde iki yönetici, 160’ların sonlarında Alman kabileleriyle başka bir askeri çatışmaya girmek zorunda kaldı. Alman kabileleri, Tuna Nehri’ni geçerek bir Roma şehrine saldırdı. Gerekli para ve birlikleri topladıktan sonra Marcus Aurelius ve Verus, işgalcilerle savaşmak için yola çıktı. Verus 169’da öldü. Ölümünün günümüzde “Antoninus Vebası” olarak anılan ve zamanın ünlü hekimi Galen’in tarif ettiklerine dayanarak uzmanlar tarafından çiçek hastalığı olduğu sanılan bu gizemli hastalık nedeniyle olduğu sanılmaktadır. Verus’un ölümüyle yalnız kalan Marcus Aurelius, Almanları uzaklaştırmaya çalışarak tek başına ilerledi.

175 yılında Marcus’un ölümcül hasta olduğuyla ilgili bir söylenti çıktı ve bunu duyan Mısır ve birçok Doğu eyaletinin valisi olan Avidius Classius, imparator unvanını sahiplendi. Bunun üzerine Marcus, sefere çıkmak zorunda kaldı ancak Classius kendi adamları tarafından öldürülünce savaşmasına gerek kalmadığı için karısıyla birlikte Doğu eyaletlerini gezerek otoritesini sağlamlaştırdı. Bu seyahat sırasında karısı ve aynı zamanda kuzeni olan Faustina hayatını kaybetti.

177 yılında tekrar Almanlar üzerine yürümek zorunda kalan Marcus, oğlu Commodus’u eş hükümdar olarak ilan etti. Birlikte imparatorluğun kuzeyindeki düşmanlarla savaştılar. Marcus, bu savaşla hem buradaki sorunları gidermeyi hem de imparatorluğun sınırlarını daha da genişletmeyi umuyordu ancak imparator, Mart 180’de öldü. “Gladyatör” adlı sinema filminde tasvir edildiği gibi oğlu tarafından öldürülmemiş, eceliyle ölmüştür. Onun ölümünden sonra oğlu Commodus, tek başına imparator oldu ve kuzeydeki savaşlara son verdi.

Marcus, yönetimi boyunca diğer imparatorlardan farklıydı; iyi icraatlarından dolayı öldükten sonra da iyi bir şekilde anıldı ve tanrısallaştırıldı. O kendi başına karar almayı doğru bulmaz, senatoya çok saygı duyardı. Roma imparatoru olarak bunu yapmasına gerek olmadığı halde harcamalar için senatonun onayını alırdı. Birçok davada hatta kendi hükmüne olan hususlarda bile senatoyu karar mercii konumuna getirdi. Ondan başka hiçbir imparator senatoya bu kadar saygı göstermemiş, bu kadar yetki vermemiş, bu kadar onurlandırmamıştı.

Marcus Aurelius, çocukluğundan beri ağırbaşlı ve öğrenmeye meraklı bir kişiliğe sahipti. Çok çalışkan ve öğrenmeye düşkün bir kişi olduğu için bu konudaki aşırı emek ve özeni, sağlığına zarar vermişti. Küçük yaşlarından itibaren edebiyat, müzik, geometri, Yunanca, hitabet, hukuk ve felsefe gibi alanlarda birçok ünlü hocadan dersler aldı. Daha sonraları kendisine ilim öğreten bu hocalara büyük onurlar bahşetmiş, onları çeşitli devlet görevleriyle onurlandırmıştı. Hatta senatodan kendisinin hitabet sanatı hocası olan Fronto’nun heykelinin dikilmesini istemişti. Marcus, öğretmenlerini o kadar onurlandırmıştı ki evinin kutsal bölgesinde bile onların altından heykellerini bulundurmuş; şahsi ziyaretler, adak ve çiçek takdimleriyle mezarlara saygı göstermeyi bir gelenek haline getirmişti.

Yürüttüğü savaşlarla ve yönetimiyle değil daha çok düşünceli doğası ve mantığa dayalı kurallarıyla, filozofluğuyla, yazdığı “Derin Düşünceler” adlı kitabıyla hatırlandı. Helenistik felsefenin en önemli akımlarından biri olan Stoacılığı benimsemişti. Stoacılığa göre insanın en temel amacı, mutluluktu ve insan duygularını denetlemeyi öğrenirse kendi kendini mutlu edebilirdi.

Marcus’un filozofluğu, hareket ve kararlarında da kendini gösterirdi. Hiçbir zaman lükse düşkün olmadı ve kanaatkar davranışlarıyla etrafına örnek oldu. Annesi ondan babasının bıraktığı mirasın bir kısmını kız kardeşine vermesini rica ettiğinde dedesinin bıraktığı mirasın kendisine yeterli olduğunu söyleyip babasının mirasının tamamından vazgeçmişti. Hatta kız kardeşinin kocasından daha fakir olmaması için eğer isterse annesinin kendi sahip olduklarının tamamını da kardeşine bırakabileceğini belirtti.

Oldukça da alçak gönüllüydü. Hocasının tavsiyesiyle yerde yatmaya başlamış ancak annesinin ısrarı üzerine istemeyerek de olsa deri kaplı, sade bir sedirde uyumaya başlamıştı.Velhasıl Marcus, bir yöneticinin nasıl olması gerektiği konusunda hayatı örnek alınması gereken bir insandı.

Bakmadan Geçme