Ay sürgünü
Her yazıya başlangıç, Marquez’in de dediği gibi büyük bir işkencedir. Bu işkence, hele belli bir konuda...
Her yazıya başlangıç, Marquez’in de dediği gibi büyük bir işkencedir. Bu işkence, hele belli bir konuda yoğunlaşma sağlayamadığında daha da ağırlaşır. Ama bilirsin ki, bakırcı ustasının elinde ibrik yapacağı üç nesne vardır; bakır sac, örs ve çekiç. Daha ötesi, beynin kıvrımlarında gizlenen bilgi birikimi ve çekiçle örs arasında sıkışan saca nasıl darbe vuracağına kalmıştır.
Bazen bir deniz kabuklusunun bir deniz anasına nasıl yem olabildiğini gördüğünde hissettiğin duygu, insanı ister istemez tanımadığı bir dünyanın gizemine sürükleyebiliyor. Son günlerde yemek ardından izlediğim belgeseller yaşamadığım büyük bir coğrafyadaki ilginç yaşam biçimlerini gösterirken şaşkınlığım giderek atıyor. Canlı dünyasının inanılmazlığı karşısında yazın dünyasına geri dönüşü nasıl yapacağımı bilemez olabiliyorum.
Yazıya başlangıç yaparken sadece bir şeyler karalama ya da başka bir deyişle yazı idmanı yapmaktı amacım. Ancak yine de günlerdir okuduğum bir kitabın etkisini göz ardı edemeyecektim. “Bir kitap okudum hayatım değişti” diyen Orhan Pamuk, bunu söylerken hayatını değiştiren kitabın ne olduğunu söylemez. Bu, onun sırrıdır, herkesin kendine özgü bir sırrı olduğu gibi. Kim bilir o da kendisi gibi Nobel ödüllü G. G. Marquez ya da arkadaşlarının ona hitap ettiği gibi söylersek Gabo’nun “Anlatmak İçin Yaşamak” adlı yaşam öyküsünün gizlerini anlattığı gibi Pamuk da bir gün bize hangi kitabın onun hayatını değiştirdiğini anlatabilir.
Kimileyin bir yazının başlangıcında bir şiire de kaynaklık edebilecek bir imgeyi kelebek gibi yakalarsınız. O imgenin şiir mi yoksa bir denemeye mi yakışacağını yazdıkça fark edersiniz. “Ay sürgünü” de buna güzel bir örnek oldu. Ay, yeryüzünde yaşayan herkesi yakından etkileyen uzay varlığı. Ay üzerine yazılmış binlerce yapıta rastlayabiliriz. Bize bağlı dönüşünü aralıksız sürdüren ay, insana neler düşündürmemiştir ki! Benim unutulmaz yapıtlarımdan biri de Necati Cumalı’nın romanı “Ay Büyürken Uyuyamam”dır. Ya çocukluğumun ay söylenceleri nelerdi? Ay tutulması sırasında Demirci Selahattin abinin av tüfeğiyle tutulmayı çözme çabasına ne demeli? Bunu duyan genç kuşak nasıl inanır bilemem ama bunun canlı tanığıyım. Yine hiç unutmam, aya ilk çıkan Amerikalı astronotun ay yüzeyinde yürüdüğünü radyodan duyan yaşlı teyzelerin “Başımıza ay taşı düşecek” diye haykırması!
Dolunay sırasında yaşananlar, bu yazının kapsama alanına girmiyor. Deneme, buna izin vermiyor. “Otur onları da öykü formatında kaleme al” diye ayak diretiyor. Yine bilinir ki pek çoğumuzun bir dolunay öyküsü vardır.
Çocukluğumuzun sokak lambaları, yirmi beşlik ampul olduğundan körüm kör dercesine aydınlatırdı. Gece bu nedenle sokağa çıkmaya çekinirdik. Ancak ayın aydınlık yüzüyle birlikte sokağımız ışıldar, yaz geceleri arkadaşlarla türlü oyunlar oynayabilirdik. O yaz gecelerinin bir de incir bahçelerinde çardakta yatarken gökten üstümüze düşecek diye korktuğumuz yıldızlara ne diyelim? Zaman akıp gidiyor bir akarsu gibi, geri dönüşümsüz. Anılar da olmasa ne yapardık biz? Henüz bıyıklarımın yeni terlediği yirmi yaşında ortaokul öğretmeni olduğumda ay başı, ay sonu terimleriyle tanıştım. Siz buna sabit gelirli bir yaşam da diyebilirsiniz. Eğer esnaf çocuğu iseniz maaş kavramını benim gibi geç duyanlardansınız demektir. İlk ve ortaokulu ailemin yanındayken okudum. En büyük lüksüm, kasaba pazarının kurulduğu cuma günü babamın kuruyemiş sergisinde öğleyin kıymalı pide yiyebilmek için aldığım bir liraydı. Onu da annemden alırdım. Ne büyük bir keyifti. Memuriyet hayatımda kısıtlı maaşla otuz günü nasıl geçireceğimizin sihirli formülünü anlatan biri yoktu, yazan bir kitaba da rastlamadım. Banka borcuna bulana bulana öğrenmeye çalıştım. Sonunda yaşadığım bu duruma “ay sürgünü” dedim.
İstiridye gibi kabuğunda inci üreterek yaşamaktansa büyük balıklara yem olmayı göze alan sardalye gibi özgürce kulaç atmayı yeğledim. Yani ay sürgünü olmamak ve bir yuva edinebilme uğruna girmediğim boya, yapmadığım iş kalmadı. O işleri anlattığım yazıyı bilgisayarda ne yazık ki yitirdim. Geriye dönüp baktığımda, “İyi ki o işleri de yapmışım” diyorum. Çünkü Marquez’in dediği gibi “Yiyecek satan, açlıktan ölmez!”miş. Ödemiş Pazarı’nda “Soğan elli, soğan elli!” diye bağırırken yaşamanın tadına vardım. Oğlumun eve geldiğinde “Anne, babam çoğan eli, çoğan eli!” diye bağırdığını söylemesi de unutulmazlarım arasındadır. Şimdi düşünüyorum da beni o soğuk ayaz sabahlarda canhıraş bağırtan sakın ay tanrı olmasın!