Ünlü yazar ve şairlerimizin ilginç özellikleri

Edebiyat dünyasının önemli isimlerini, onların eğitimlerini, hayatlarını, önemli eserlerini duymuşuzdur ancak yazarlarımızın ilginç özellikleri, takıntıları, tuhaf...

Edebiyat dünyasının önemli isimlerini, onların eğitimlerini, hayatlarını, önemli eserlerini duymuşuzdur ancak yazarlarımızın ilginç özellikleri, takıntıları, tuhaf düşünceleri ve ölümleri gibi hayatlarına dair detayları genellikle gözden kaçırırız.

Edebiyatımızın az bilinen önemli bir ismi vardır ki henüz 35 yaşındayken intihar etmişti. İlk Türk materyalisti, ilk Türk pozitivisti ve ilk Türk eleştirmeni olarak tanınan Beşir Fuad, 1850'li yıllarda İstanbul'da doğmuştu. Fransızca, Almanca ve İngilizce bilen, iyi eğitim almış, kendini sürekli geliştiren bir Osmanlı aydınıydı. Anne ve baba tarafından yüksek mevkide bulunan bir ailede doğduğu için daha küçük yaşta eğitimine önem verildi. Çoğu yaşıtı gibi dini ağırlıklı eğitim veren sıbyan mektebine değil, Batılı bir anlayış tarzını benimsemiş olan Fatih Rüştiyesi'ne gönderildi. Babası Hurşit Paşa başka bir yerde görevlendirilince aile, paşanın yeni görev yeri olan Suriye'ye taşındı. Beşir Fuad, Osmanlı topraklarında Hıristiyan misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde açılan ve Fransız kültürü ağırlıklı eğitim veren bir Cizvit okulunda öğrenimine devam etti. Burada aldığı eğitim, bütün hayatını etkileyecek görüşlerinin temelini oluşturdu.

Edebiyatımızın değerli isimlerinden biri olan Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuad ile çok yakındı. Onun intiharına sebep olan şeylerden birinin Suriye'de aldığı; onu kendi inancından, kültüründen uzaklaştıran Cizvit eğitimi ve materyalizm düşüncesi olduğunu ifade etmişti. Beşir Fuad'ın çalkantılı bir yaşamı oldu. Annesine akıl hastalığı teşhisi konmuş, bu durum kendisini derinden sarsmıştı. Bu tür hastalıkların kalıtsal olduğunu, bir gün kendisinin de çıldıracağını düşünüyor, bu korku içini kemiriyordu. İki evlilik yapmış, ikisinde de aradığı mutluluğu bulamamış; iki oğlundan birini de küçük yaşta kaybetmişti. Düşünceleri diğer Osmanlı aydınlarından farklıydı; bilim onun için çok önemliydi, hayatını bilime adamıştı. Bu nedenle intihar etmeden iki yıl önce mektupla Ahmet Mithat Efendi'ye planladığı ölümü anlattı ve bedeninin kadavra olarak tıbbiyeye verilmesini istediğini ifade etti. Gerçekten de iki yıl sonra evinde odasına çekilip bileklerini kesti. Bilime hizmet etme düşüncesiyle son anlarında bu şekilde ölmenin neler hissettirdiğini not aldı ancak ölümünden sonra yazarın vasiyet ettiği gibi cesedi tıbbiyeye kadavra olarak verilmedi çünkü arkadaşı Ahmet Mithat Efendi ve dönemin din adamları, dini gerekçelerle buna karşı çıkmıştı. İlginç bir şekilde yazarın ölümü, İstanbul'da bir intihar salgını başlattı. Duruma çare bulunamayınca gazetelerde intihar haberlerinin yayınlanmasına yasak getirildi.

Yeşilçam'ın 'Süt Kardeşler' adlı sevilen filmlerinden birinin uyarlandığı 'Gulyabani' kitabının ünlü yazarı Hüseyin Rahmi Gürpınar da ilginç huyları olan bir yazardı. Annesi erken yaşta öldüğü ve babası da kısa süre sonra yeniden evlendiği için anneannesi, teyzeleri ve dadıları ile büyüdü. Hiç evlenmedi. Kadınların arasında büyüdüğü için yemek, dondurma ve reçel yapmayı, örgü örmeyi, dantel yapmayı, nakış işlemeyi öğrendi. Yazar, hayatı boyunca bu alışkanlıklarını severek devam ettirdi. Eski İstanbul hanımefendileri arasında yetiştiği için gayet naif ve kibardı. Ölümden ve mikrop kapmaktan çok korkardı. Mikrop korkusu yüzünden el sıkışmayı sevmez, evindeki kapıları bile kıyafetinin ucuyla açar, yaz kış da eldiven takardı.

Türk edebiyatının bazı ünlü isimleri de kendilerini çirkin kabul ederdi ve bu; onların davranışlarını, psikolojilerini ve tabii ki eserlerini etkileyen bir durumdu. Ahmet Haşim, 'Çalıkuşu' eserinin yazarı Reşat Nuri Güntekin ve Cahit Sıtkı Tarancı bu yazarlarımızdandı. Özellikle Ahmet Haşim, bu konuda aşırı takıntılıydı.

'Merdiven' şiiriyle ünlü büyük şairimiz Ahmet Haşim; Bağdat'ta doğmuş, küçük yaşta annesini kaybetmişti. Birkaç yıl sonra İstanbul'a gelip bir de yatılı okulda okumaya başlayınca içine kapanık bir insan haline geldi. Hayatı boyunca kendini aşırı çirkin buldu. Yüzünde bir çıban izi vardı ve erken yaşta saçlarının dökülmesiyle başkalarına yakışan kelliğin kendisin başına bela olduğunu düşünürdü. Oysa koyu mavi gözleri, konuştuğunda hemen fark edilen dehası kendisini çekici gösterir ve etrafı tarafından beğenilir ancak bu konuda aşırı takıntılı olan yazar, kesinlikle kendini beğenemezdi. Kafasını normalden büyük, boynunu çok kısa bulur, kendinden tabiri caizse nefret ederdi. Çirkinliğine olan inancı yüzünden evlenmeyi çok istediği halde bundan kaçınmıştı. Ayrıca yine aynı sebepten genellikle geceleri dışarı çıkmayı huy edinmiş, gündüzleri ise zamanını evde geçirmeyi tercih etmişti.

En çok 'Otuz Beş Yaş' şiiriyle tanınan Cahit Sıtkı Tarancı da kendini aşırı çirkin bulduğu için oldukça içine kapanık ve çekingen bir kişiliğe sahipti. Bu nedenle genelde yalnızdı ve pek arkadaşı yoktu. Kısa boylu, kara kuru bir gençti; yüzünü güzel bulmadığından aynaya bakmaktan hoşlanmazdı. Beğenilmeyeceğini düşündüğü için gençlik yıllarında karşı cinsten uzak durdu. Okul arkadaşlarına kız arkadaşlarından mektup geldiğinde gençler mektuplarını birbirlerine gösterirdi. Cahit Sıtkı'ya 'Sana neden gelmiyor?' diye sordukları için yazar bu durumdan utanmıştı. Daha sonra sanki başkasından geliyormuş gibi kendi kendine mektuplar yazmaya başlayan yazar, posta geldikçe sanki gerçekten başkasından geliyormuşçasına sevinir ve mektubu arkadaşlarına okurdu. Yaşamaktan hoşlanan Cahit Sıtkı, ölümden çok korkardı. Şiirlerinde sık sık ölüm temasını işlediği için bu durum, 'ölüm şairi' olarak tanınmasına yol açtı. Nitekim 43 yaşında geçirdiği bir kriz sonrasında felç kalan şair, 46 gibi genç bir yaşta ölümle tanışıp kendine biçtiği 70 yıllık ömrü tamamlayamadan hayata veda etti.

İlginç huyları olan başka yazarlarımız da vardı. Örneğin kendisini çok beğenen ve başkalarından üstün gören Necip Fazıl Kısakürek'te narsistik kişilik bozukluğu emareleri mevcuttu. Nitekim kendisini yakından tanıyan Mina Urgan, 'Bir Dinozorun Anıları' adlı eserinde onun kendisini ne kadar beğendiğinden ve tuhaf davranışlarından bahsetmiştir. Sabahattin Ali; bir kelimenin yanlış söylenmesine dayanamaz, hemen müdahale edip düzeltirdi yani kendisinde diksiyon takıntısı vardı. En ünlü şairlerimizden biri olan Nazım Hikmet ise beyaz pantolon giymeye takıntılıydı çünkü ilham geldiğinde beyaz pantolonunu not defteri olarak kullanır, unutmamak için aklındaki dizeleri pantolonuna not alırdı. Cemal Süreya, küçüklüğünden beri sessiz ortamlarda yazamaz, şiirlerini ancak gürültülü yerlerde kaleme alırdı. Eğer ortamda gürültü yoksa yazmaya odaklanabilmek için radyo ya da televizyon açardı.

Velhasıl sanatları ve eserleriyle toplumda önemli bir yere sahip olan, ilgiyle okuduğumuz kitapları şiirleri yazan, kültürümüzü arttıran, bazen içimizi burkan, yüzümüzde tatlı bir tebessüm uyandıran ve hayatımızda, düşüncelerimizde iz bırakan yazarlarımızın böyle ilginç özellikleri de vardı.

Bakmadan Geçme