Delilik ve deha arasında-II
Ruhsal hastalıklar ve yaratıcılık bağlamında geçen hafta iki ünlü ressamdan, Vincent Van Gogh ve Edvard Munch'tan...
Ruhsal hastalıklar ve yaratıcılık bağlamında geçen hafta iki ünlü ressamdan, Vincent Van Gogh ve Edvard Munch'tan bahsetmiştik. Bu iki tanınmış sanatçı, ortaya koydukları eserler aracılığıyla kendi zihinsel sağlıklarıyla başa çıkmışlardır. Ne yazık ki kadınlar, erkekler kadar şanslı değildiler. Modern çağlara gelene kadar sanat eğitimi, sadece erkeklerin yararlanabildiği bir ayrıcalıktı ve toplumun kendilerine biçtiği rol yüzünden kadınlar, büyük oranda sanatsal etkinliklerden dışlanıyorlardı. Bu nedenle uzak geçmişte sanat, erkeklerin tekelinde olan bir kavramdı.
Elbette ki resim yapanların ya da herhangi bir sanat dalıyla uğraşanların hepsi ruhsal bozukluğa sahip değildi fakat ruhsal bozukluğu olan birçok sanatçı, hastalığının sebep olduğu bunalımı eserlerinde yansıtarak kendilerine bir nevi sanat terapisi yaparak semptomlarını hafifletmeyi başarmışlardı.
Kadınların da sanat dünyasında yer almaya başladığı dönemlere geldiğimizde sanatı sayesinde ruhsal bozukluklarını dengeleme imkanı bulmuş bazı kadın sanatçılardan bahsetmek mümkündür. Bunlardan biri, Fransız ressam Seraphine Louis'dir.
Seraphine Louis, 3 Eylül 1864'te dünyaya geldi. Çok küçük yaşta anne ve babasını kaybetti. Gençlik yıllarını manastırda geçirdi. Bu dini yaşam, daha sonraki yıllarda eserlerinin doğasını etkileyen bir unsur oldu. Hayatını idame ettirebilmek için temizlikçilik, hizmetçilik gibi işlerle uğraştı ancak hayatı boyunca akıl sağlığıyla ilgili problemlerle boğuştu.
Wilhelm Uhde adlı bir sanat eleştirmeni ve koleksiyoncusu, dinlenmek için Fransa'nın Senlis kasabasında küçük bir daire kiraladı. Ev işlerini yapması için yaşlı bir kadın tutmuştu, tuttuğu kadın Seraphine Louis'di. Burada geçirdiği zaman içerisinde bazı dostlar edinen Uhde, yakındaki orta sınıf bir evde bir masanın üzerinde duran bir natürmort elma resmini gördü. Gördüğü sıra dışı resmin güzelliği, kullanılan tekniğin farklılığı ve renklerin çarpıcılığı onu derinden etkilendi. Resmi yapan sanatçıyı araştırırken onun hizmetçisi Séraphine olduğunu öğrendi. Louis; hiç resim eğitimi almamış, kendi kendini yetiştirmiş bir sanatçıydı. Hayal gücünün ilham ettiği desenleri küçük ahşap ve karton panellere yapardı. Louis bir yandan çalışıyor, bir yandan da değişik malzemeleri birleştirerek kendi ürettiği boyalarla mum ışığında resimler yapıyordu. Eserleri, zamanının sanat geleneklerinden oldukça farklıydı. Kendine özgü bir stil geliştirmişti ve oldukça canlı eserler ortaya koyuyordu. Uhde, Seraphine Louis'i destekledi ve iki yıl boyunca yaptığı eserleri topladı. 1914 yılında Fransa ve Almanya arasında savaş çıkınca hayatından endişelenen Uhde, topladığı eserlerin çoğunu ardında bırakarak Fransa'dan kaçtı. Savaş sırasında kasaba yağmalanınca Louis'in eserlerine el konuldu. Açık arttırmayla satıldığı ya da imha edildikleri söylentileriyle birlikte sanatçının bazı eserleri bu dönemde kayboldu.
Uhde 1927'de amatör sanatçıların eserlerinin yer aldığı bir sergide Louis'in resimlerini gördü ve onu yeniden hatırladı. Senlis'e gitti ve sanatçıyı küçücük karanlık odasında yaptığı birçok resimle birlikte çok yoksul, aç ve dili tutulmuş halde buldu. Savaş, kendisini hem maddi hem de ruhsal bakımdan oldukça kötü etkilemiş ancak o sıkıntı içerisinde dahi resim yapmaktan vazgeçmemişti. Uhde, yeniden bulduğu sanatçıya resim malzemeleri aldı ve ona bir maaş bağladı. Kısa bir süreliğine oldukça rahat bir yaşam sürmeye başladı çünkü artık resimleri satıyordu ve mali sıkıntılar yaşamıyordu fakat bu refah dönemi sanatçının aklını karıştırdı; servetini boş şeylere yatırıp heba etti. 1929'da Büyük Buhran başladığında tüm dünyayı ekonomik olarak etkilerken Seraphine Louis de bundan nasibini aldı. Artık Uhde, onun eserlerini alamıyordu. Sanatçının zaten bulanık olan zihni, bu durumu kaldıramadı ve ruhsal durumu iyice bozuldu; depresyona girdi ve delilik alametleri göstermeye başladı. 1932'de hastaneye yatırılan Louis, 1942'de yine böyle bir hastanede yaşamını yitirdi.
Ruhsal bozukluklar ve sanat arasındaki ilişkinin incelenmesinde örnek gösterilebilecek bir diğer kadın sanatçı ise ressam, şair ve yazar olan Mary Barnes'tir. Barnes, 9 Şubat 1923'te İngiltere'de doğdu. Doğumu üç gün sürdüğü ve çok zor geçtiği için annesi, o büyürken sık sık bu durumdan bahsetti ve sanatçının hassas zihni bundan yara aldı. Annesinden de kendisinden de nefret ediyordu. İnsanlar arasına karışmak kendisini ürkütüyor, yaşıtlarını kendinden farklı buluyor, bu yüzden okuldan da nefret ediyordu. 13 yaşında psikolojisi iyice bozuldu; Tanrı'yla ve Marion adını verdiği kızıyla konuştuğunu iddia etmeye başladı. Elbette sanatçının Marion adında bir kızı yoktu. 18 yaşına geldiğinde yoğun intihar duygularıyla boğuşmaya başladı. Bu sırada hemşirelik eğitimi alıyordu ve eğitimini tamamladığı sırada erkek kardeşi, şizofreni teşhisiyle hastaneye yatırıldı. Bu olay, kendisini oldukça üzdü. II. Dünya Savaşı sırasında orduda hemşirelik yaptı. 28 yaşına geldiğinde ruhsal durumu iyice bozulduğundan ve fiziksel olarak da engeller yaşamaya başladığından mesleğine son verildi. Hastaneye yatırıldı, elektroşok tedavisi uygulandı ancak geleneksel tedavilerin bir yararı görülmedi. Başka bir hastaneye yatırıldı ve psikanalizin babası olarak kabul edilen Sigmund Freud'un kızı Anna Freud'dan kardeşi ve kendisinin tedavisine yardım etmesini rica etti. Anna Freud, ilgi çekici ve farklı bir vaka olarak görmediği için bu talebi reddetti. 1963'te İngiliz psikolog Ronald David Laing ile bağlantıya geçti. 1965'te psikiyatri hastanesine alternatif bir tedavi merkezi olan Kingsley Hall adlı bir psikoterapi merkezine yatırıldı. Bu süreçte, ilk resimlerini yapmaya başladı fakat bunlar belli figürler değil, genel olarak karalamalardan oluşuyordu. Karalamalarını kapılara, duvarlara, kendi vücuduna ya da kumaşlara yapıyordu.
Resim yapmak için malzemesi olmadığından bunun için kendi dışkısını kullanıyordu. Dr. Joseph Berke, kendisiyle yakından ilgilenmeye başladı ve sanatsal faaliyetleri için ona malzeme sağladı. Bu zamandan sonra sanatçı; yıllardır yaşadığı, hissettiği, korktuğu, özlem duyduğu şeyleri resim yeteneği sayesinde tuvale aktarmaya başladı. 1985'te İskoçya'ya taşındı ve aktif bir şekilde sanat ve eğitim hayatı içinde yer almaya devam etti. Omurilik iltihabına yakalandı ve tekerlekli sandalyeye mahkum oldu ancak resim yapmaktan, şiir yazmaktan ve seyahat etmekten asla vazgeçmedi. Barnes, 29 Haziran 2001'de hayatını kaybetti.
Velhasıl sanat, toplum tarafından deli addedilen ancak büyük bir dehaya da sahip olan bu insanların ilerlemesini sağlayan en büyük etmen oldu ve ruhlarının ışığını yansıtan oldukça değerli eserleri günümüze miras kaldı.