Bir yazıya başlarken

Yazarlığın kaderi bu olsa gerek. Kafanda deli soru ve sorunlar ama sen oturmuşsun beyaz camın önünde...

Yazarlığın kaderi bu olsa gerek. Kafanda deli soru ve sorunlar ama sen oturmuşsun beyaz camın önünde suspus; ekrana tek sözcük bile düşüremiyorsun. Olacak şey mi bu, demeyin. Eğer yazmayı kendinize dert ettiyseniz, bunu yaşayacaksınız kaçınılmaz olarak. Düşündüm, kendime yeni bir yöntem bulmalıyım, diyerek. Yazı masamın eğri ayağını doğrultan sevdiğim yazar İtalo Calvino'nun Kum Koleksiyonu kitabından rastgele açacağım bir sayfasından alıntıyla işe koyulacağım. Bakalım, bana ne armağan sunacak sevgili Calvino? 'Bu taşlar,' diye açıklıyor rehber, 'üç yüzyıl önce Japonya'nın her yanından buraya getirilmiştir. İmparator, bir çuval taş getireni, bir çuval pirinçle ödüllendiriyordu.'1 Calvino, 'Yücenin Tersi' adlı bu denemesinde Japon İmparatorluk sarayına yaptığı ziyaretten kendisine kalan izlenimleri anlatmış. Monarşik yönetimlerin ya da bu tarzda ülkeyi yönetme heveslilerinin hep başvurduğu yöntem kendilerine devasa bir saray yaptırmak değil midir? Hatta bu heves tek sarayla kalsa iyi de, bunun bir yazlığı deniz kenarında, biri de göl kenarında olmalı ki, güçlerine güç katsınlar! Bu tip saray örneklerini Bavyera'da, Viyana'da, İstanbul'da gezmişliğim var. Dünyada hiçbir saray yoktur ki, kan ve gözyaşıyla yükselmesin. Batılı bankerlerden alınan borç parayla yapılan Dolmabahçe sarayı var ki, Batı'ya verilen tavizler sonucu girdiğimiz I. Dünya Savaşında yitirdiğimiz onbinlerce gencin kanına mal olmuştur. O saraydaki kalorifer peteklerini gördüğümde bir an, Anadolu'da tezekle ısınmaya çalışan 'etrak-ı bîitrak' yani idraksiz Türk denen insanlarımızı düşünmeden edemedim. Peki, Japon İmparatoru, taş getiren köylülere nasıl pirinç veriyor, dersiniz? Calvino anlatıyor, 'Uzak bölgelerden getirdikleri yüklerini imparatorun önünde yere bırakıyorlar; imparator çakılları tek tek gözden geçiriyor, birini suyun altına atıyor, birini gölün kıyısına, öteki birçok taşı eliyor. Bu arada görevliler terazilerin başında harıl harıl çalışıyor: Bir kefeye çakıllar, ötekine pirinç…'2 İşin özü, imparatorun sarayına taş olmak için baş yarmak gerekiyor! Gerçi kendisi sultan ya da imparator değilse de Doğu Anadolu'nun en uç noktasına -şimdiki sınırlarımıza göre- kendi adıyla anılan İshak Paşa da çetin kış koşullarına dayanacak bir ısıtma sistemini gerçekleştirmiş olmasını saray hazinesindeki varlıklarına bağlamak yerinde olacak. Yoksa 99 yılda tamamlanan ve 1784'de hizmete giren 116 odalı sarayın yapıma ne can ne para dayanırdı. Konu madem saraylardan açıldı, Bavyera Kralının yazlık sarayının bulunduğu Königsee de (Kral Gölü) yazıdan kendine düşen payı alsın. Yaptığım gezilerin en ilginçlerinden biriydi Kral Gölü gezisi. Alp Dağlarının ucu göğe uzanan tepeleri arasında, büyük olasılıkla tektonik bir göl burası. Trabzon'daki Uzun Göle çok benziyor. Ancak iki gölü ayıran temel nokta, bizim doğayı katleden anlayışımızın zerresi Kral Gölünde yok. Gölde gezinti teknesiyle minik kiliseye gidilip bahçesinde çay içiliyor, gölün ortasında yankı sesini görevlinin borazanından dinleyebiliyorsunuz. Göl kıyısında en ufak bir yapıya izin yok. Kralın yazlık sarayı ise kıyıdan çok yüksekte göle hkim bir noktada inşa edilmiş. Ziyaretçilere kapalı.

Hadi sarayları anladık, şatafatlı, görkemli bir yaşam sürmek istiyor tiranlar da; şu Mısır firavunlarına ne demeli? Onlar da ölümsüzlüğe inanmış olmalılar ki, kendilerine binlerce işçinin ölümüne yol açan piramitleri yaptırmışlar. Güce tapınmak sanırım ancak saray, piramit benzeri yapılarla kendini anlatabiliyor. Oysa en büyük güç, ne sarayda ne mezarda; asıl güç insanın yüreğinde, vicdanındadır. Bunu anlayanlara ve anlatabilenlere filozof diyoruz. Söz filozoflara geldiğine göre, Konfüçyüs'ü konuk etmesem olmaz.'Konfüçyüs, hükümdarın isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul etti. Yedi gün izledi. Yedinci gün sonunda yüksek memur Şao-Çeng'i idam ettirdi, cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti. Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler, sordular: 'Şao-Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı.'Konfüçyüs, 'Yaptığımın nedenlerini size anlatayım,' dedi ve anlattı: 'Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır: Birincisi, uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklik; İkincisi, aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık; Üçüncüsü, çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık; Dördüncüsü, herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek; Beşincisi, hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek. Şao-Çeng'de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim.' Saray yaptıran yaptırana… Biz de özgür olduğumuza göre; vur patlasın, çal oynasın!

1.Kum Koleksiyonu, İtalo Calvino, Çev. Kemal Atakay, s. 169, YKY.

2.agy. s.169

Bakmadan Geçme